Makaleler

Bilgiden kaçmak mı, yoksa onunla yüzleşmek mi?

Aslında şanslı bir zamanda yaşadığımızı söyleyebiliriz. Bilgiye ulaşmanın inanılmaz derecede kolaylaştığı dijital bir çağın tanıklarıyız. Hangi bilgileri bilinçli olarak aramadığımız ya da hatta hangilerinden kaçındığımız konusu, aradığımız, ilgi duyup önemsediğimiz bilgiler kadar dikkate değer bir araştırma konusu. Peki bunu neden söylüyorum?  

Şahit olduğum bir olayı anlatarak konuya gireyim: Dijital ortamda bir akademisyen, “Kur’an mutlak bilgi ve mutlak hakikattir.” der. Bunun üzerine bir ilahiyatçı, Kur’an’ın bütünüyle bu şekilde değerlendirilemeyeceğini; dil (‘mutlak bilgi’ kavramı), içerik ve nüzul sebebi açılarından içinde tarihsel ve sadece o dönemin kültürel değerleriyle uyumlu birçok içerik barındırdığını belirtir. Buna karşılık ‘kesin inançlı’ olduğu anlaşılan akademisyen, nedeni meçhul ve sorgulanası bir şekilde “Bu konuya girmeyelim. Kur’an benim için Allah’ın kelamıdır ve ben bu inancımdan şüpheye düşmek, dinden çıkmak istemem.” diyerek tartışmayı kapatır. Üstelik ilahiyatçıyı, sanki onu inancından şüpheye düşürmek istiyormuş imasıyla suçlayarak. 

Hans-Christoph Hobohm, “Bilgi Davranışları” (Informationsverhalten, De Gruyter 2024) adlı kitabında böyle bir tavrın nedenini şöyle açıklar: “Bilgi, özellikle sonuçlarının kişi açısından kontrol edilemez olduğu ve bununla başa çıkma riskinin çok yüksek değerlendirildiği durumlarda aranmaz. Bu, olumsuz duygular beklenmesine ya da mevcut olumlu bir duygusal durumun kaybı korkusuna dayanabilir.” 

Böyle kişilerin temel amacı gerçeği öğrenmek ya da bilmek değildir. Çünkü yeni ve farklı bilgiler onların kaygılarını artırabilir, içsel huzurlarını bozabilir ya da mevcut inançlarını sorgulamaya itebilir. Dolayısıyla yanlış veya eksik düşüncelerini gözden geçirmek yerine, çoğunlukla o bilgilerden kaçınmayı tercih ederler. Aynı zamanda muhataplarını anlama kapasitelerini de sınırlandırırlar. Onların yaşadığı deneyimleri ve neden bu şekilde düşündüğünü anlamaktan kaçınırlar. Hatta bazen bilgi kaynağından tamamen uzaklaşmaya varan bir mesafe bile koyabilirler. 

Bilgiden kaçınmada bir diğer önemli etken ise onun ne kadar ‘ilgili’ ya da ‘gerekli/önemli’ (relevant) göründüğüne dair algıdır. İnsanlar çoğu zaman derinlikten yoksun, bilişsel olarak fazla çaba gerektirmeyen ve yüzeysel bir tatmin sağlayan kırıntı bilgilere razı olurlar. Bu tür bir bilgi ‘görünürde relevant’tır. İnanç konularında ise bilgi daha hassas ve seçici bir biçimde kabul edilir; çünkü doğrudan benliği, aidiyeti ve duygusal istikrarı etkiler. Kur’an’a mutlaklık atfeden birinin eleştirel veya sorgulayıcı bilgilere kapalı kalması sadece dogmatik bir bağlılık değil, aynı zamanda bilişsel ve duygusal bir korunma stratejisidir. Bu tür bilgiler, inancı sarsma ve olumlu duygusal durumu tehdit etme endişesi yanında kontrol edilemez bir dönüşüm korkusunu tetikleyebilir. Oysa bilinmelidir ki böylesine bir ‘bilgi fobisi’ hem kendine güvenin hem de özgür düşünmenin düşmanıdır. 

İşte bu psikoloji, kişinin bilgiden kaç(ın)masına yol açar. Zaten birçok araştırmada da özellikle kutsal ve dogmatik alanlarda, bilgi arayışında daha seçici, savunmacı ve yüzeysel davranıldığından bahsedilir. Böylece kişi, kendi inançlarının ‘relevance’ını pekiştirirken bilişsel çarpıtmaların veya bozulmaların etkisine daha fazla maruz kalır. 

Kur’an’ın tümü mutlak bilgi midir? 

Şimdi iddia edilen ‘mutlak bilgi ve hakikat’ kavramlarına kısaca değinebiliriz. Mutlak bilgi öncelikle zaman, mekân, yorum ve bakış açısından bağımsız, değişmez ve tartışılmaz bilgidir. Bilimsel ya da epistemolojik açıdan böyle bir bilgi – bazı doğa yasaları dışında – neredeyse yoktur; çünkü genellikle bilgi her zaman sınanabilir ve gelişmeye açıktır. Mutlak hakikat de tüm insanlar için, her yerde ve her zaman aynı şekilde doğru ve geçerli olan bir gerçeği ifade eder.  

Dolayısıyla Kur’an’ın tümünü mutlak bilgi ve hakikat olarak nitelendirmek, ayetlerin tarihsel ve bağlamsal boyutlarının göz ardı edilmesi anlamına gelir. Bu da epistemolojik açıdan yorumlama ve anlamlandırma problemlerine yol açabilir. Nitekim ayetler bağlama, dile ve zamana göre farklı anlaşılabilir ve anlam kazanabilir. Bilimsel ve tarihsel gelişmeler de bazı ifadeleri mecazi ya da sembolik ve metaforik kılabilir. Kur’an’ın -müteşabih ayetleriyle birlikte- tamamının mutlak bilgi sayılamayacağını gösteren pek çok ayet vardır. Sadece birkaç örnek: 

  • Yeryüzünde sarsılmayasınız diye sabit dağlar yerleştirdi…”  (16:15)
  • Ne güneş aya yetişebilir ne gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” (36:40)
  • Nihayet güneşin battığı yere vardığında, onu kara bir balçıkta batar buldu...” (18:86)
  • Fecirden geceye kadar orucu tamamlayın, ipliğin beyazı ile siyahı ayırt edilinceye kadar yiyin, için.” (2:187)
  • Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabreden yirmi kişi olursa, onlar iki yüz kişiye galip gelirler. Ve eğer sizden yüz kişi olursa, kâfirlerden bin kişiye galip gelirler; çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (8:65)
  • Eğer yetim kızlar hakkında adaleti sağlayamayacağınızdan korkarsanız, size helal olan kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olmak üzere nikâhlayın…” (4:3)

Bu tür ayetler üzerine farklı yorumlar geçmişten günümüze yapılmış ve yapılmaktadır. Ancak açık olan şu: Bu ayetlerden anladığımız, yorumladığımız veya bunlardan çıkardığımız hükümleri, zaman ve mekândan bağımsız, değişmez ‘mutlak hakikat’ olarak ilan etmek epistemolojik açıdan isabetli değildir. 

Örneğin, dağlarla ilgili ayet, modern jeoloji ışığında değerlendirildiğinde, levha tektoniği süreçleriyle oluşan dağların depremleri engellemediği; aksine sismik faaliyetlerin bir sonucu ve kimi durumlarda tetikleyicisi olduğu bilinir. Benzer şekilde, göksel hareketler veya ufuktaki optik yanılsamalar, dönemin gözlem imkânları çerçevesinde astronomik bir gerçeklik gibi sunulmuş olabilir; fakat günümüzde astronomi bu tasvirlerin mecazi veya bağlamsal yorumunu gerekli kılar. 

Oruç başlangıcına dair “ipliğin beyazı ile siyahı” örneği de açık bir mecazdır. Modern dönemde oruç vakitleri hassas saatler ve astronomik hesaplarla belirlenir. Nitekim kutup bölgeleri gibi uzun gündüz-gece döngüsüne sahip yerlerde bu ayeti kelimesi kelimesine uygulamak pratik olarak mümkün değildir. 

Savaşla ilgili veya dönemin toplumsal düzenini yansıtan ayetler de bağlamsal hükümler olarak değerlendirilmesi gerekir; bu ifadelerin mutlak, evrensel ve değişmez kurallar olarak kabul edilmesi hem metnin ortaya çıkış şartlarını hem de insanlık tarihindeki değişimi göz ardı eder. 

Nisa suresinin üçüncü ayeti ise yetim kızlarla ilgili evlilik düzenlemelerini içerir. O dönemin toplumsal yapısında çok eşliliğin olağan bir uygulama olduğu bilinir. Modern hukuk sistemleri ve çağdaş toplum açısından bu hükmün bağlayıcılığı tartışmalıdır. Kaldı ki çoğu Müslüman toplumlarda zaten tek eşlilik yaygındır. Dolayısıyla bu ayetin literal anlamıyla uygulanması, tarihsel bağlamdan koparıldığında toplumsal ve hukuki sorunlar doğurabilir. 

Ayrıca bazı Müslüman din âlimlerinin ve teologların bir yandan Kur’an’daki birçok ayeti çeşitli yorumlarla farklı bilgi ve anlayışlara dönüştürürken, öte yandan bu bilgileri ‘mutlak bilgi’ olarak nitelendirmesi, tutarlılık açısından ciddi bir çelişki değil midir? Oysa birçok müfessir, bu perspektifi ayrıntılı biçimde ortaya koyarak bağlamsal yorumun gerekliliğine vurgu yapar. 

Tüm bu hususlar göz ardı edilerek, Kur’an’ın mutlak bilgi veya mutlak hakikat olduğu iddiasında bulunmak, ‘kesin inançlı’ ve dogmatik bir yaklaşımı temsil eder. Dahası; bilgi kaynağını anlama ve anlamlandırma sürecinde tekelci ve inhisarcı bir zihniyeti ortaya koyar. Dolayısıyla düşünce ve diyalog alanlarını daraltarak her türlü ilerlemeyi engelleme potansiyeli taşır. Farklı düşünce sistemleri ve bilimsel bulgulara karşı küçümseyici bir yaklaşım benimsemeye zemin hazırlar. Eleştiriye kapalı ve kendi çıkarımlarını topluma dayatma eğilimi gösteren bu dogmatizm, yeni bilgi edinimini ve yapıcı eleştiriyi bir tehdit olarak algılar ve böylece entelektüel gelişime ket vurur. Yeri gelmişken mutlak hakikat iddiasının aynı zamanda muhafazakâr çevrelerde gelenekçi teologlara üstünlük sağlayan güçlü, ama faydasız, belki de zararlı bir konum kazandırdığını hatırlatıp geçelim.

Oysa Kur’an, çok katmanlı anlatımı olan kutsal bir kitap olarak değerlendirilebilir. Allah inancı, peygamberlik, ahiret, ibadet ve muamelat gibi temel dini konuların yanı sıra; bazı ayetlerde tarihî, bazılarında kültürel bilgiler, bazılarında ise genel geçer ahlaki değerler yer alır. Kur’an’ın tamamını tek bir bütüncül kategoriye indirgemek yerine, her ayeti içerik farklılıklarına göre farklı şekillerde konumlandırmak daha makul değil midir? Bu yöntem, özellikle din eğitiminde, İslamcı ve selefî akımların önüne geçilmesini sağlayabilir; ayrıca dini değerlerin, içsel dönüşüm, manevi ve ahlaki gelişim bağlamında toplumlarla daha barışık bir şekilde varlık göstermesine önemli katkılar sunabilir. 

Mevcut zihinsel konfor alanıyla yüzleşmek 
 
Eğitim bilim ya da psikoloji bağlamında öğrenme ve gelişim süreçlerini tanımlarken genellikle dört alandan söz edilir: Konfor alanı, korku alanı, öğrenme alanı ve gelişim alanı. 

En dar alan konfor alanıdır. Burası kendimizi güvende ve rahat hissettiğimiz, kontrolün bizde olduğu alandır. Risklerden kaçınmak için hızlı ve yüzeysel düşünürüz. “İtaat iyidir, kafamızı karıştırmaya gerek yok” diyerek zihnimizi sözde gereksiz entelektüel çabalardan koruruz. 

Öğrenme alanına giden yol önce korku alanından geçer. Burası adeta aşılması imkânsız görünen Çin Seddi gibidir. Korku alanında tutumlarımız sorun odaklıdır, bahaneler hazırdır, özgüven azdır ve başkalarının etkisine kolayca gireriz. İnsanların çoğu bu korku duvarına toslayınca konfor alanına geri döner ve orayı artık terk etmeye cesaret edemez. Sınır ötesine geçebilmek hem farklı bir sosyal çevre bulmayı hem de mevcut düşünce şemalarıyla yüzleşmeyi gerektirir. Bilgi ve öğrenmeden kaçınmanın asıl sebeplerinden biri de budur. 

Oysa korku alanı belirli bilişsel süreçlerle aşıldığında öğrenme alanında yeni fırsatlar doğar. Sorunlar aktif biçimde ele alınır, çözümler aranır. Beceriler gelişir, konfor alanı da genişler. Öğrenme başladığında gelişim kendiliğinden gelir. Artan motivasyonla hedefler belirlenir ve artan öz yönetimle bunlara ulaşmak kolaylaşır. Artık bilgiden kaçınmak yerine yeni bilgilere açılırken muhataplarımızı daha iyi anlamaya çabalarız. Böylece yeni zihinsel ufuklar kazanırız. Ama tüm bunlar mevcut konfor alanının ötesine geçip korkuyu yenmekle mümkün olur. 

Özetle, “bilgiden kaçınma” sadece bir eksiklik değil, bazen psikolojik bütünlüğü ve sosyal aidiyeti korumaya yönelik bilinçli bir stratejidir. Dijital çağda yüzeysel ve seçme bilgi kırıntılarıyla yetinmek zihinsel konforu bozmamak içindir. Bu şekilde sorgulamama eğilimi yayılır ve konfor alanında kalınır. Aslında buna kutsalı koruma bahanesiyle başkalarını yargılayarak, dar ve fanatik bir ortamda dünyanın keyfini çıkarmak da denir. Belki de insan, gerçeğin yükünü taşımaya cesaret edemediği için bilgiden kaçar; ama bu kaçış gerçeği değiştirmez. O akademisyen tartışmayı kesmeseydi Kur’an’ın tümünün niçin ‘mutlak bilgi ve hakikat’ olamayacağı konusunda da düşünmeye başlayacaktı.  

Sonuçta konforunu bilgiden korkarak korumaya çalışanlar, Platon’un karanlık mağarasında iç huzurları bozulmadan yaşamaya devam eder. Oysa yapılması gereken yeni bilgiden kaçmak mıdır, yoksa onunla yüzleşerek cesaretle başka sentezlere açılabilmek mi? Hem de tam anlamıyla… 

 

Almanca için tıklayınız: https://islam-aktuell.de/dem-wissen-entfliehen-oder-ihm-ins-auge-sehen/

 

Letzte Aktualisierung: 15. August 2025
Zur Werkzeugleiste springen