Allgemein

Statü Fetişizmi

Geçenlerde INTRA (interrel.de; kültürler arası bir network) olarak zoom programlarından birini gerçekleştirdik. Konu, Ukrayna savaşı bağlamında çeşitli dinlerden kurum veya organizasyonların savaşa karşı aldıkları tavırdı. Konuşmacı Bielefeld Üniversitesi’nden din bilimci bir akademisyendi. Yirmi kadar katılımcı arasında üç profesör, beş altı kadar da doktor unvanlı kişi vardı. Hem konuşmacı hem de tartışmaya katkıda bulunan akademisyenlerin hiçbiri kendilerini tanıtırken “Ben ilahiyat -din pedagojisi, sosyoloji, tarih- profesörüyüm” diye söze başlamadı. Sadece isimleriyle çalışma alanlarını iki cümleyle ifade ettiler o kadar. Öyle üzerine basa basa da değil, gayet doğal ve tevazu içinde. Hiçbiri ekranlarda unvanlarını belirtmedi. Profesörler de sıradan bir akademisyen değil, tezleri üniversitelerde okutulan, çalışmaları ödüllendirilmiş kişilerdi.

Alman akademisyenlerin katıldığı çok sayıda ortamda bulundum. Bu estetik anlayışın bir etik tutum olarak yerleştiğini söyleyebilirim. Sunucu/moderatör dile getirebilir unvanları, ama kişinin kendisi “Ben bilmem ne profesörüyüm” demez genellikle. Yeri geldiğinde belirtilmesi de sonradan görmelik olmaz elbette.

Türk akademisyenler mi? Birçoğu göze sokarcasına, büyük bir iştahla evvela unvan ile başlıyor kendilerini tanıtmaya. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” dercesine; sanki unvandan sonra söyleyecekleri ayrı bir değer kazanıyormuşçasına… Sanki ruh göçüyle ufak bir tanrı kaçmış gibidir içlerine. Çevresindekilerin mütevazı beden dili ve kendini takdim şekliyle onunki arasında bir farklılık var. Nasıl desem, sonradan görme, rüküş/kokoş bir iptidailik ve de hamlık.

Birçoğu kendini tanıtırken “Ben dinler tarihi (tarih, ekonomi, iletişim, siyasal bilimler …) profesörüyüm.” diye başlar söze. Konuşma aralarında “Ben dinler tarihi (tarih, ekonomi, iletişim, siyasal bilimler vb) profesörü olarak …” ifadeleriyle hatırlatma yapar. Herhangi bir programın tanışma faslında veya dijital oturumlarda ya da sosyal medyada bile unvanlarını yazarak kamuoyuna statülerini deklare etme gereği duyarlar nedense.

Mesela bir zoom toplantısında, Türk bir tıp profesörü, çocuk eğitimiyle ilgili görüşlerini aktardı. Adam bir tıp fakültesinin de dekanıymış vaktiyle. Sonra sözü unvanı falan olmayan bir eğitimci aldı:

“Sizin bu konudaki görüşlerinize katılmıyorum.” dedikten sonra çocuk eğitiminde nelere öncelik verilmesi gerektiğini kendine göre sıraladı.

Son derece olağan bu yaklaşım karşısında birden suratı değişen ateşin profesör, öyle bir çıkıştı ki herkes şaşakaldı:

“Ben zaten sizinle tartışmak istemiyorum!”

Sanki karşısında tartışmak isteyen biri varmış gibi. Ortalık bir anda buz kesti. Halbuki kişi ondan farklı düşündüğünü ifade etmek istemişti sadece. Galiba “Sen kim oluyorsun da benim gibi koskoca bir profesörün fikrine katılmadığını milletin içinde söyleyebiliyor, buna cüret edebiliyorsun!” psikozu yatıyordu feveranının arkasında. Oysa eğitimcinin titri olmasa da bu bir cüret değil, içinde yaşadığı Alman kültürüne göre son derece sıradandı; demokratik düşünce gereğiydi. Belli ki bu anlı şanlı profesör, statü fetişizmiyle gerçek değerinin, sahip olduğu sosyal statüyle/prestijle ölçülebileceği yanılsamasına kapılmıştı. Doğrudan bir eleştiriyi, daha doğrusu fikir ayrılığını hazmedemeyerek kendi paha biçilmez! statüsü üzerinden zatına saldırı gibi algılamış, hemen sevimsizce karşı atağa geçmişti. Eksikliklerini kabul etme olgunluğu yerine, sadece başarılarına odaklandığından nezaket sınırlarını aşan bir tepki vermişti.

Statüsünü sık sık vurgulayan bir başka Türk profesörün kendi şiirinin bile altına ismini unvanıyla yazdığını görünce şaşırmış ve yadırgamıştım. Programlarına başlarken her defasında kendini “Ben ekonomi profesörü …” diye tanıtırken sonsuz haz alıyordur eminim. Konuşma aralarına “Ben profesör olarak üniversitede ders anlatırken…” sıkıştırmaları da statü bağımlılığının ayrı bir tezahürü olsa gerek.

Türk ve Alman kültürünü kıyaslamak ne kadar doğru bilmem; karpuzla armudu kıyaslamak gibidir herhalde. Elbette aralarında belirgin farklı alanlar olacak; neticede biri doğuya diğeri batıya ait iki kültür. Komşuluk ilişkisi, ikram meselesi, yemek/müzik kültürü, dakiklik vs ilk akla gelenlerden. En az bunlar kadar önemli bir fark daha var ki o da statü fetişizmi. 

Bilindiği gibi fetişizm, belirli bir nesneye veya varlığa karşı anormal bir bağlılık veya hayranlık duyma durumu. Uzmanlar, statü fetişizmini kişinin sosyal statüsüne ya da toplumda sahip olduğu konuma aşırı önem vermesi şeklinde açıklıyor. Yani sosyal bir statüyü kazanmak, korumak ya da yükseltmek için aşırı çaba sarf etmek; statüsünü kişiliğinin en önemli unsuru olarak bilmek ve sunmak. Buna göre kişi kendini ve başkalarını statüsüne bağlı olarak değerlendirir, diğer insanlar tarafından da statü eksenli özel bir saygı ve takdir ister. Türk ve Alman kültürü arasında böyle bir yabancılaşmanın ya da karşılıklı alışılamamanın arkasında bir zihni farkın yattığı da söylenebilir. 

Uzmanlar, kendini üstün/değerli görmeye sebep olan statü fetişizminin, diğer insanları değerlendirme biçimlerinde bazı sorunları da beraberinde getirdiğini belirtiyor. Bu durum, kişinin sadece kendisine değil, diğer insanlara bakışında da önyargılara sebep olabiliyor. Statü penceresinden bakan bir akademisyenin, fikrini almak üzere kendisine gönderilen bir yazıya “Tam bir google çevirisi gibi!” demesi ve muhatabını aşağılaması, işte böyle bir yargılamadır.

Şahıs kültünün hâlâ işlek/canlı olduğu toplumlarda mı yaygındır bu meret bilemem. Türk toplumunun hemen her mahallesinde dikkat çekiyor. Sosyal statü kullanılarak daha geniş bir kişisel yaşam/etkinlik alanı ve diskur üstünlüğü kurulabileceğine inanılıyor sanırım. Sadece statü üzerinden muhataplarına değer verdiklerini ve bundan narsistçe bir haz aldıklarını hissettirmekten bile kaçınmıyorlar. Peki, bu yakışıksız tutum/davranışın farkına nasıl varılabilir? Eyfel Kulesi’nin tepesinden bakıp unvanı olmayanları karınca gibi görenler için galiba çok zor… 

Böylesi kişiler, gerçek kişiliklerini de saklayabiliyor. Bakıyorsunuz bazıları hoşgörü, nezaket abidesi bir aydın profili imajı sergilerken, yakından tanıdıkça ne kadar “çakal ve çıkarcı” oldukları gözden kaçmıyor. Oysa insanları gerçek kişilikleri ve yetenekleriyle değerlendirmek önemli ölçüde bu statü saplantısından kurtulmaya bağlı. 

Türk bir psikoloji profesörü arkadaşım özellikle muhafazakâr mahalleden gelen Türk akademisyenlerin çoğunun ezik ve eksik bir kişiliğe sahip olduğunu söylemişti. Belli ki statü fetişizminin arkasında da bu eziklik ve eksik kişilik gelişimi yatıyor. Nitekim bazı insanlar, kendilerini ezik hissettiklerinde muhataplarına agresif  bir tepki verebiliyor. Dahası kendisini ezik hissetme, başkalarının başarısına karşı kıskançlığı da tetikleyebilir. Bu durumdaki biri, kolayca, başkalarının başarısına takıntılı hale gelebilir ve bu takıntı, başkalarıyla olan ilişkilerini olumsuz yönde etkileyebilir. Gerçi bu da bir başka yazı konusu.

Muhammet Mertek

 

Letzte Aktualisierung: 2. Dezember 2023
Zur Werkzeugleiste springen