Makaleler

Bir ülke öğrenmeyi unuttuğunda

Bir ülkenin geleceği çocuklarının nasıl öğrendiğine bakılarak da öngörülebilir. Almanya’da yayımlanan son eğitim raporu, sayılarla dolu karamsar bir tablo sunuyor: Bazı önemli derslerde kötüleşen puanlar, kaybolan yıllar, öğrenme geriliği…

Son Eğitim Raporu’na (2024) göre dokuzuncu sınıf öğrencilerinin yalnızca %40–60’ı matematik, biyoloji, fizik ve kimyada “düzenli öğrenme standartlarını” karşılayabiliyormuş. Gerisinin büyük düşüşler yaşadığı belirtiliyor. Tabloya biraz yakından bakıldığında yalnızca çocukların değil, bir toplumun da yorgun yüzü göze çarpıyor sanki.

Bu çocuklar, pandemi başladığında beşinci sınıftaydılar. Ekran başında, sessiz evlerde, kopuk ilişkiler içinde büyüdüler. Almanya, bu konuda da şaşırtmadı bizi, biraz geç harekete geçti. Bazılarının evinde belki bilgisayar ve tablet yoktu, ama imkanların olup olmaması başta ailelerin de sorunuydu. Ki bu konuda da ciddi bir bilinç eksikliğine dikkati çekip geçeyim.

Öğrenciler, o dönemde bir matematik formülünden veya bir fizik kuralından daha çok asıl öğrenmeye olan güvenlerinikaybettiler. Dijital ortamda öğretmenler de dahil herkes, o güne kadar tatmadıkları tuhaf duygu ve tecrübeler yaşadı.

Özellikle iki yıl boyunca öğrencilerin genel olarak birçok konuda eksik kaldıklarında herkes zaten hemfikirdi. Eksiklik bu raporla da ortaya çıktı. Niçin? Çünkü Alman siyaseti ve yetkin kurumlar vaktinde doğru adımları atmakta zorlandı. Dijitalleşmeyle birlikte toplumlardaki yaşam hızı da arttı. İlgili alanlarda hızlıca önleyici radikal kararlar almak yerine problemler ortaya çıktıkça cılız adımlar atılarak geleneksel çizgi takip edildi.  

Tüm bunlar yaşanırken dijitalleşme hâlâ, önemli ölçüde hayatımızı kolaylaştıran basit bir ekran meselesi olarak görülüyor. Oysa araştırmaların gösterdiği gibi, bu durum zihinde ve düşünme biçiminde köklü dönüşüm getiren bir gelişme. Gerçekten de insan zihni, ilk kez ekranla, yani internetle bu kadar doğrudan ve yoğun bir şekilde karşılaşıyor. İnternet, bilindiği gibi sonsuz sayıda bilgi ve içerik sunuyor, faydalı yönleri de tartışılmaz. Fakat olumsuz yanlarıyla baş edebilmek için mutlaka bir medya dayanıklılığı (veya dirençliliği) geliştirmek de gerekiyor. Günümüzde birçok çocuğun akıllı telefona olan bağı, artık ebeveynlerine olan bağından bile daha güçlü hale gelmiş durumda.

Ekran parlıyor, zihin ve dil sönüyor

Çocuklar artık her şeyi ‘bildiklerini’ sanıyor. Ama her bilginin hazır lokma yutulamayacağını ıskalıyor, bunu idrak edemiyorlar. Bir tıkla cevap buluyor, bir kaydırmayla anında yeni bilgilere ulaşıyorlar. Fakat düşünmüyor, sormuyor, sorgulamıyorlar.

Erişme kolaylığından olsa gerek, bilginin değeri de kalmadı pek. Ama bilmekle anlamak arasında hâlâ derin bir uçurum var. İşte o uçurumdan aşağı yuvarlanıyor tek tek, bugünün çocukları.

Çocuklar, gençler okumuyor artık. Kısa bir yazı bile sabırlarını zorluyor, bir roman veya hikâye okuma hak getire…

Sosyal medya, dikkat süremizi saniyelere hapsetti. Oysa düşünmek biraz emek, okumak da sessizlik ister. Belki de bu yüzden artık ne düşünmekten zevk alıyor çocuklar ne de okuma sessizliğinden. Fakat ekran sessizliği iyi tutuldu. Saatlerce ve büyük bir iştahla telefon ekranlarının gönüllü esiri olabiliyor çokları.

Uzun vadede modern dijital oyuncakların ve medyanın ruha ve zihne bir derinlik katmayacağı ortada. Umarım iş işten geçmeden farkına varılır; çocukların hayatında sınırlı ve kontrollü şekilde rol oynamaları sağlanır. Uzmanlar, dijital cihazların ve oyunların çocuklarda öncelikle beyindeki görsel sistemi geliştirdiğini vurguluyor. Dil becerisi, düşünme, hissetme ve duyumsama gibi başat tecrübelere katkısı olmuyor.orlarda göçmen kökenli öğrencilerin oranının arttığının da altı çiziliyor. Ama düşüş sadece onlarda mı? Herkeste. Bu da gösteriyor ki asıl sorun, ‘kim’ olduğumuzda değil ‘nasıl’ yaşadığımızda. Yeri gelmişken belirteyim: Yaklaşık 550 bin öğrencinin katıldığı Almanya okuma yarışmasında Berlin’de yaşayan 12 yaşındaki Ayla Uluçam birinci geldi. Ancak birçok göçmen kökenli öğrenci onun kadar şanslı değil. 

Evinde kitap bulunmayan, tartışılmaların yaşanmadığı, merak duygusunun beslenmediği bir ortamda büyüyen çocuk, hangi ülkede olursa olsun aynı sessizliğe mahkûm olur. Anne babasını, bırakın okumayı, bir kere bile yemek kitabı karıştırırken görmeyen çocuğun kitapla, okumayla ilişkisini herkes tahmin edebilir!

Bir okulda beşinci sınıftaki yaklaşık 150 öğrenciye okuma testi yapılıyor; bunlardan ancak yüzde 34’ü doğru dürüst okuyabiliyor, diğerlerinin bir kısmı hiç okuyamıyor, bir kısmı da heceleyerek de olsa biraz okuyabiliyor. Yazıları okunamayacak durumda olanların oranı ise Almanya’da yüzde 15-20 civarında. Gelişmiş bir ülkede bile ilkokullarda çocuklara okuma yazma öğretilememesi inanılır gibi değil. Aileler de gerekli sorumluluğu üstlenmeyince bu sonuç kaçınılmaz.

Öyle ki kimi çocuk sanal dünyada tamamen kayboluyor, kimi ise hiç ona hiç ulaşamıyor. Ve her iki durumda da kaybedeni zarar gören çocuk oluyor. Bunu önlemenin yolu, çocuğun sosyopsikolojik durumunu anlamaktan ve bunları dijital dünyayla birlikte bir dengeye oturtmaktan geçer. Elbette bu kolay değil.

Her şeye rağmen o kadar umutsuz da değilim. Çünkü her dönemde, her şeye rağmen bazı öğretmenler özveriyle ders yapıyor, bazı öğrenciler güzel bir merakının peşinden gitmeyi seçebiliyor, bazı aileler de kitapla başlayan bir sohbet açabiliyor. Eğitim tam da bu küçük anlarda ve mekanlarda yeniden doğuyor.

Ayrıca siyasetin Eğitim Raporu’yla ilgili ümit verici tepkilerini de hatırlatayım. İlk şaşkınlığın ardından eğitim bakanları umutsuzluk yerine eylem çağrısı yaptı. Yüz yüze eğitimin güçlendirilmesi, öğretmen eğitimi, ders kalitesinin artırılması ve hedefe yönelik destek programlarının planlanması güzel gelişmeler. Umarım buna daha küçük sınıflarla birlikte dijitalleşmeyi kontrol altına alan radikal adımlar da eşlik eder. Sadece tabletleri yaygınlaştırmanın çözüm olmadığı çok geçmeden anlaşılır.

Bir ülke öğrenmeyi unuttuğunda, önce sessizlik gelir. Sonra ilgisizlik. Sonra düşünmemek, sormamak, tartışmamak. Ve bir sabah çocukların da en az biz yetişkinler kadar yorgun olduğu fark edilir.

O yüzden öğrenciler sürekli yeniden öğrenmeye açık olmalı; belki de böylece okumayı, dinlemeyi, en sonunda da anlamayı başarabilirler. Nitekim bir ülkenin geleceği, ekranların ışığında değil, merak eden, okuyan, araştıran ve düşünen bir çocuğun gözlerinde parlar.

Letzte Aktualisierung: 20. Oktober 2025
Zur Werkzeugleiste springen