Bir kültürde doğmak, o kültürün gömleğini ilk nefeste giymek gibidir. Terzisini tanımazsın, kumaşını sormazsın, sorgulamazsın. Elindekini doğal kabul etmek, güvenlik ve korunmuşluk hissi verir, ancak kendi kültürünü birçok kültürden sadece biri olarak bilinçli şekilde algılamayı engeller. İşte tam bu noktada, başka bir kültüre ‘misafir olmak’ zihinsel bir öğrenme süreci başlatır. Misafir olmak, her şeyden önce gözlemlemek, yabancı olanı algılamak ve kabullenmektir. Yargılamadan anlamaya çalışmaktır.
Almanya’daki birçok Türk genci, bırakın Alman toplumuna ve devletine karşı aidiyet hissetmesini, basit gözlemlerden bile yoksunlar. Almanya-Portekiz maçının ertesi günü beşinci sınıf öğrencileriyle dersteyiz. Konu futboldan açıldı; maçı ben de seyrettiğimi söyleyince Suriyeli bir kız öğrenci: “Hangi takımı tuttunuz?” diye sordu. “Elbette Almanya’yı!” dedim. Ağzından öyle bir “Almanya’yı mı?” ifadesi çıktı ve yadırgayışını yüzüne yansıttı ki şaşakaldım.
Öğrenci değişim programı çerçevesinde Türkiye’den gelen Melis’in Finlandiya hikâyesi, bu yüzden özeldir. Soğuk bir coğrafyada, sıcak bir iç yolculuğa çıkar. Onların sessizliğinde kendi gürültüsünü duyar. Kütüphanede herkesin bireysel çalışmasına tanık olunca, kendi okulundaki “birlikte çalışmanın” değerini daha iyi kavrar. Bir akşam, Fin bir öğrenci arkadaşının evinde yemek yerken, dua etmeden sofraya oturduklarını fark eder. Ne bir eksiklikti bu ne de üstünlük. Sadece farktı. Ve fark, insanı küçültmez, büyütür. Dönüşte kendi kendine şöyle mırıldanır: “Ben Finli olmadım ama daha çok Melis oldum galiba.”
Yerli olmak kök salmak demektir, anadiline, kültürüne, tarihine, ahlaki değerlerine… Ama unutmamalıdır ki sadece kök salmak değil, gökyüzüne de uzanabilmektir marifet. Aksi takdirde, düşünce bir saksıya hapsolur ve onun içi kadar kök salabilir. Düşünceyi floraya çevirmek için başka rengarenk bitkileri de keşfedebilir insan, başka güzelliklere de göz kırpabilir, misafir olabilir… Yoksa saksıdaki çiçeğe mest olsa da floradaki çeşitlilik ve zarif bitkilerden mahrum kalır.
Peki ne kazanır insan başka kültürlere misafir oldukça?
Empati kazanır
Misafir olan kişi, ev sahibi gibi davranmaz. Dinler; anlamaya çalışır. Bu, bencil zihinlerin beceremediği bir eşiği aşmaktır aslında. Mesela Tibet’te birkaç ay gönüllü çalışan Mehmet, dönüşte şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Orada insanların zamanı ölçme biçimi farklıydı. Bize göre yavaştılar. Ama ben onların ‘ahesteliğinde’ kendime yer açtım.” Bu sadece bir kültürel gözlem değil; içsel bir genişlemedir de. Empati içsel bir olgunluk da kazandırır.
Kendi kültürünü daha bilinçli yaşar
İnsan kendini başkaları üzerinden daha iyi tanır. Tıpkı karanlık bir odada birden ışık açıldığında aynaya ilk kez bakmak gibi. İbn Haldun, kültürlerin karşılaşmasından doğan değişimi ‘ümran’ olarak niteler. İç içe geçiş, çoğu zaman yeni bir sentez yaratır çünkü.
Alev, Protestan bir okulda kısa süreliğine eğitim görür. Noel ayinlerine katılır. İnanç biçimlerini gözlemler. Sonra şöyle yazar günlüğüne: “Ben Ramazan’ı daha önce hiç bu gözle değerlendirmemiştim. Artık sadece dini bir ritüel değil, toplumsal bir bağ kurma biçimi olarak da görüyorum onu.”
Sabit fikirler sarsılır
Başka bir kültürdeki pratik, bazen ‘doğru’ sanılan şeyleri sorgulatır. İran’da zorunlu örtünme yasasını eleştiren Zeynep, Paris’te başörtüsü taktığı için hakarete uğradığında şu soruyu sorar kendine: “Özgürlük kimin tanımıyla işler?” Bu, çift yönlü bir sorgulamadır. Hem kendi içinden hem dışından bakmayı gerektirir. İşte bu, katmanlı düşünmenin kalbidir.
Estetik zevkler genişler
Yemekler, müzikler, estetik mimariler… Kültürel temas sadece fikirlerle değil, duy(g)ularla da gerçekleşir. Genç bir müzisyen olan Emir, Japonya’da bir Shinto tapınağında duyduğu bambu flütün etkisini şöyle tarif eder: “Sanki ben o notalarda kayboldum. Ve yeniden kendi ezgimi buldum.” Estetik deneyim de kimliğin ve kişiliğin önemli bir parçasıdır neticede.
Farklılıkla barışık yaşanır
Galiba en büyük kazanım da budur. Misafir olan, ev sahibini değiştirmeye kalkmaz. Orada durur, gözlemler, anlamaya çalışır. Kabul etmek zorunda değildir ama yargılamadan tanır. Bu, çoğulcu düşünmenin de ilk adımıdır.
Albert Einstein, Yahudi bir aileden gelmesine rağmen gençliğinde Katolik okuluna gider. Din derslerinde sorular sorduğu için aforoz edilmez belki, ama çokça dışlanır. Yıllar sonra şöyle bir tespitte bulunur: “Ben tüm dinlerde insani bir öz aradım. Tanrıyı değil, insanı merak ettim.” Belli ki Einstein’ın evrenselliği, tek bir kültürle sınırlı olmamasından kaynaklanıyordu.
Öyle ya; ev bark kuran bilir, el kapısından geçen ise olgunlaşır.
Muhammet Mertek