Übersetzungen

Weimar`da Doldurulması Gereken İki Boş Sandalye

Sevgili Muhammet Mertek Bey,

Weimar`daki Beethoven Meydanı`nda taştan iki boş sandalye vardır. İkisi de doldurulmayı bekler. Ama bu öyle kolay değil. Biraz yüksektirler. Her önüne gelen gayret göstermeksizin oraya oturamaz. Çünkü bu sandalyelere yakından bakılırsa, iki sandalyenin arasında arka kısımda Farsça bir yazı görülür. Maalesef buralarda bu yazının dilini çokları bilmez. Bunun bir şiir olduğu, kaynağını büyük bir kültürden aldığı söylenir. Özellikle bir şair düşüncelerini bununla şekillendirmiş. Orada yazılı mesaj kimin mesajıdır? Burada sembolik olarak kim oturmuştur acaba?

Johann Wolfgang von Goethe`nin (1749-1832) Beethoven Meydanı`ndan birkaç adım ileride (o zamanlar sık sık yaptığı okuma seyahatleri haricinde) Doğu kültürü ve edebiyatıyla uğraştığını hatırladığımızda ancak bu soruya bir cevap bulabiliyoruz.

İşte tam burada hafızalardan Hafız ismi ortaya çıkıyor. Bu Kur`an`ı ezbere bilen anlamında değil, saygıyla Hafız denen Muhammed Şemseddin`dir (1326-1390). Goethe onunla kardeş derecesinde bir akrabalık hissediyordu. Öylesine hayret verici bir durum ki, onunla hiçbir zaman şahsen tanışamayacaktı. Zira Hafız, Goethe`den 400 yıl kadar önce yaşamıştı.

Uzun süre kültürlerimiz arasında düşmanlık vardı. İspanya`daki savaşlar, Haçlı Seferleri, Türklerin Viyana`yı kuşatması, bütün bunlar her iki tarafta korku ve endişe yaydı. Kur`an bizde şeytanın eseri olarak görüldü. Kültürümüzün matematik, doğa bilimleri ve tıpta doğuya ne kadar borçlu olduğu hafızalardan silindi, hatta savaş yıllarında bile bazı yeni bilgilerin cephe ötesine (Batıya) geçmesine rağmen, ama bu başka bir konu. Fakat daha sonraları zaman değişti. Bizde Aydınlanma yoluyla tolerans ve anlayışlı olma duygusu uyarıldı. Napolyon`a karşı verilen kurtuluş savaşında Batı ve Doğu omuz omuza mücadele verdi. Bunun sonuçları Weimar`da da görüldü.  Goethe, Ocak 1814`te bir mektubunda şunları yazdı: “Daha birkaç yıl öncesine kadar Protestan Lisemizin sınıfında İslami ibadet yapılacağını ve Kur`an surelerinin okunacağını kim söyleyebilirdi ki, ama bu gerçekleşti. Bir Başkırt ibadetinde hazır bulunduk, mollasına baktık, tiyatroda prenslerini hoşamediyle karşıladık. Özel bir iltifatla bana ok ve yay hediye ettiler. Bunları sevgili misafirlerimiz Allah`ın izniyle sağ salim geri döndüklerinde, sonsuza dek bir hatıra olarak şöminemin üzerine asacağım.”

O zaman (1814) Goethe, Hafız`ın şiirlerinin toplandığı kitapla (buna Divan deniyordu) tanışmıştı. Doğu ve Kur`an dünyasıyla uzun zamandır içtenlikle meşgul oluyordu zaten. Goethe`nin dine yönelmesi, kesinlikle katı dogmatik anlamda değildi. Hıristiyanlıktaki Tanrı`nın üçe bölünmesi (teslis) onu rahatsız ediyordu. Buna karşılık İslam`ın Allah inancını daha sempatik buluyordu. Hatta 1816`da şunu yazdı: “Şair (bununla kendini kastediyor) kendisinin bir Müslüman olduğu yönündeki şüpheyi reddetmiyor.” Çoğunlukla bu meseleleri genel ifadelerle anlatır. Hafız`ın şiirlerinde Allah`a teslim olmada, bütün dünyanın kucaklandığını, hatta hayattan zevk almanın, sevinç ve aşkın da kapsandığını bulur. İçten gelen bir kabulle onunla olan ruhi akrabalığı keşfeder ve zaman yönüyle uzak, ama içsel duygular yönüyle yakın olan bu ruhla diyalog kurmaya başlar. Sembolik olarak Hafız`ın karşısında duran sandalyeye oturur. Onun Doğu Divanı`nın yanına Goethe de Batı-Doğu Divanı`nı koyar. “Hafız`ın Kitabı” bölümünde kardeş şairle tam bir söyleşi yapar. Aynı zamanda yeni bir aşkla kanatlanır. ‘Doğu kılığı’nda Hatem ismiyle kendisi ve sevgilisi (Züleyha) aşk ilişkisi kurar. Bu ilişkide sevgilisini (Marianne Willemer) yalnız saygı duyulan bir kişilik olarak ele alınmayıp, edebi atışmaya ruhi akrabalık ve benzerlik şeklinde de katkıda bulunur. (Bu Divan, eğer insan kendini taşıtmaya hazırsa, o olgunluktaysa, bütün zorlukları üzerinde uçarak aştığı karışık renkli oryantal bir halı gibi görünür.) Goethe`nin, bizim “Milli Dram”ımız olan Faust`unun, doğu kültürünün çok önemli katkıları olmaksızın bu şekliyle ortaya çıkamayacağını da çoğu insan bilmez.

Zaman ve kültür sınırlarının ötesinde büyük şahsiyetler arasında gerçekleşen sözün gücüyle ve bir kardeşlik bağının fark edilmesiyle, asırlarca devam eden düşmanlığın aşılabilmesi, beni çok derinden etkiledi. Günümüz için de beni ümitlendirdi. Kötümser insanlar sürekli olacaktır. Şimdilerde “Kültürlerin çatışması” çıktı veya çıkmaya namzet diye konuşuluyor. Bunun bütün gücümüzle karşı koymamız gereken çok yanlış bir görüş olduğunu düşünüyorum.

Bugün terörizmle mücadele ediyoruz. Fakat sebeplerini de gerektiği kadar sorguluyor muyuz? Ona bizim de ne kadar sebep olduğumuz konusunda kendimizi hesaba çekiyor muyuz? “Ufak” nükleer bombalarla bu problemi çözemeyeceğimiz gibi, bir suça bir diğerini eklemiş olacağız. Bu, müşterek kültürümüzün sapkınca bir tezahürü olmaz mı? Silahlanma için harcanan paralarla dünyanın çoğu problemleri çözülürdü. Ama, yalnızca para yeterli gelmiyor! Boş sandalyelerin acilen doldurulması gerek! Doldurulsun ki böylece şiddetin dünyasında ruhun gücü tekrar duyulsun.

Şimdi, biraz da kendimden bahsedip, bunları yazmaya neyin beni ittiğini anlatayım. Pek de uzun olmayan bir zaman önce yeni bir arkadaşla tanıştım. Adı Helge Paulus, Dortmund Üniversitesi`nde psikoloji profesörü. Günümüzün bazı problemleri üzerine sohbet ettik. Bana sizlerden, Fontäne`den bahsetti. Bir yazı yazmam halinde sevineceğiniz düşüncesini iletti. Zira Weimar ve Jena Almanya`nın ‘Doğu’sunda bulunuyor, buraları bile farklı kültür olarak algılayan insanlar var. Birbirimizi biraz daha geniş bir çerçevede anlamak için belki hiç de kötü bir çıkış noktası değil. Meslek olarak biyofizikçiyim, Jena`daki Friedrich Schiller Üniversitesi`nde ders verdim. Kendimi övecek halim yok, ama buradaki bazı insanlar bu sebeple bir “Fachidiot” (kendini sosyal hayattan soyutlayarak yalnızca uğraştığı bilim dalına veren kimse) olarak bozulmadığımı söylüyorlar. Birkaç yıldan beri ise emekliyim.

Peki anlatmaya çalıştığım şeyleri nereden biliyorum? Uzun süre Jena`da Biyoloji-Eczacılık Fakültesi dekanı olarak görev yaptım ve dekanlık ‘Goethe Evi’nde bulunuyor. Burası tarihi botanik bahçesinin müfettiş evi. Penceresinin önünde Goethe`nin mabet ağacı büyüyor. Bu ağaç şiir formunda Batı ile Doğu`yu, Hatem ile Züleyha`yı birbirine bağlıyor. Bu botanik bahçesini Goethe kurdu. Daha sonra onun planları doğrultusunda yeniden düzenlenen ve kendisinin bir kere oturabildiği bu evden, bitkilerin “doğal sistemi” üzerine olan o zamanki en yeni bilgiler ışığında bahçe tesisini idare etti. Üniversitenin daha birçok değişik alanlardaki faaliyetlerine öncülük yaptı. Dolayısıyla haklı olarak bina onun adını taşıyor. Bu eski binada geceleri merdivenler gıcırdamaya başladı mı bazen, kendisinin çatı kattaki odasından (Jena`da en son kaldığı yer) merdivenleri indiğini ve gülümseyerek, “mirasımızı” Alman yüksek okul kanununa nasıl geçirdiğimi bana sorduğunu hissederim. İyi ki bazı problemlerin yanında onun sevineceği geleceğimiz için çok önemli gelişmeler de oluyor: “Yeni eyaletlerde” kurulan Alman halkının öğretim vakfının tarihi ilk seçim oturumu burada yapıldı. Nihayet bu fikir ve finans desteğiyle kabiliyetli öğrencilerimize dünyanın kapısını açabileceğiz.

Fakat sadece bütün bunlar, ele aldığımız konu üzerine size yazmak için beni cesaretlendirebilecek şeyler değildi. Kendilerine çok şey borçlu olduğum ve hayranlık duyduğum iki bayanı, şahsen tanıma fırsatı buldum.  Evvela ‘Jena Avrupa Kolokyumu’na davet ettiğimiz ve bize halkları birleştirici engin tecrübesinden etkileyici bir üslupla bahseden Annemarie Schimmel`i zikretmeliyim. Salonda yaptığı bu konuşma, kitap olarak basıldı (A. Schimmel: İslam ve Avrupa, Kültürel Köprüler, 2002). Aramızda olmayan bu kadını en derin saygılarımla anıyorum. İkincisi ise, yine, büyük hayranlık duyduğum Katharina Mommsen. “Goethe ve Arap Dünyası” (Insel Verlag, Frankfurt, 1988) adlı kitabı güvenilir ve sade olması, çok değerli dipnotlar ihtiva etmesi özellikleriyle bu alanda tanıdığım en iyi kitap.

Arkadaşım Helge`nin de mektup konusunda tecrübesi var, belli bir zamana ve hayat hikayelerine tanıklık ediyor. (Helge ve Christa Paulus: “Roma`ya Mektuplar, 2003). Bu bağlamda ben de, bu düşüncelerimi, mektup şeklinde göndermek istiyor ve size kardeşçesine bağlılığımı ifade ediyorum. Ben hayalen Goethe`nin sandalyesine otursam haddimi aşmış mı olurum? Sizin de Hafız`ın sandalyesine oturmanız ve bizim bir diyaloğa başlamamızın gerçekleşmesi ümidiyle.

Prof. Dr. Eberhard Müller

(Çeviri: MMertek, 2004)

 

 

 

 

 

 

 

Letzte Aktualisierung: 3. Dezember 2020
Zur Werkzeugleiste springen