Köşe Yazıları

Çıka çıka bir de ‘Derin Müslümanlık’ çıktı!

Hani liberal, ortodoks, kültürel gibi tanımlamaları duymuştum ama “Derin Hristiyanlık” ya da “Derin Yahudilik” ifadesiyle şimdiye kadar karşılaşmamıştım. O boşluğu da “Derin Müslümanlık” doldurdu. Madem ‘derin devlet’ var, neden ‘derin Müslümanlık’ olmasın! Sonuçta derinlerde yaşamak önemli; boşuna “Boğulacaksan derin gölde boğul” dememişler!

Neyse, yaklaşık altı yıl önce; tarikat, mezhep ve felsefi akımların, fitne ve kargaşanın hüküm sürdüğü dönemlerde nasıl yapısal formlara büründüğünü ele alan bir yazı kaleme almıştım. (https://mmertek.de/tarikat-ve-mezheplerin-olusumunda-fitne-faktoerue/) Gerçekten de İslam tarihinde, hem Mutezile ve Cebriye gibi itikadi mezheplerin oluşumunda, hem Sünni ve Şii geleneklerin gelişiminde, hem de Mevlevilik, Bektaşilik, Vehhabilik gibi tasavvufi ya da ideolojik akımların ortaya çıkışında, temel belirleyicinin siyasi çalkantılar olması dikkat çekicidir. Yazıyı şu cümlelerle noktalamıştım:

“Bu tezden hareketle, günümüzde ciddi zulümlere maruz kalan bazı dini gruplar, büyük olasılıkla içe kapanarak birer tarikat formuna bürüneceklerdir. Oysa çağdaş bir sivil toplum örgütü olarak, rasyonel açılımlara açık bir biçimde de varlıklarını sürdürebilirler. Ancak önlerinde, Berlin Duvarı misali bir engel var: Gelenekçi ve kaderci din anlayışları.”

Tarihten alınan bu ders ışığında, sırtını geleneğe yaslayan bir yapının zamanla tarikat benzeri (skolastik, hayata dair her şeyi din üzerinden açıklayan, teolojiyi “her şeyi izah eden bir şey” olarak gören, mistik bir hiyerarşi üzere yapılanması olan) bir profile evrileceğini söylemek kehanet olmaz. Her ne kadar Said Nursi’nin “Zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır” ifadesiyle ‘tarikat’ kavramına uzak durulsa da söz konusu topluluğun hem dini ve sosyal refleksleri hem de hiyerarşik yapılanması, bir tarikat yapısından pek de uzak değil.

Bu teze itiraz edeceklere ilk argümanımı belirteyim: Neredeyse tüm tarikatların iç söylemleri ‘seçilmişlik’ fikrine dayanır. Yapının fikir öncülerinin sıkça dillendirdiği “Allah’ın sevdirdiğini kalplerden sökemezler” ne demek? Aslında ne denildiği çok bilindik olmasına rağmen ne denilmek istendiği çok düşünülesi bir yaklaşım; şark kurnazlığını andıran. Her dini tarikat ve topluluk kendisini Allah’a en yakın ve seçkin şekilde konumlandırır. Ancak kulağa hoş gelen, ama tamamen sübjektif ve spekülatif bir iddiadan ibaret bu sözlerin nesnel hiçbir karşılığı yok. Çaktırmadan takipçilerini manipüle etmek de işin cabası. “Türk toplumunun %90’ı sizi fena halde kalpten sökmüş, niçin hâlâ Allah’ı bile zan altında bırakan böyle absürt ifadeler kullanıyorsunuz?”, diye sormazlar mı adama! Topluluğun medyasındaki yazılar dikkatle incelendiğinde de yeryüzünde kendini ‘biricik’ gördüğü hemen fark edilir.

İkinci argüman ise kurucu lidere gösterilen aşırı bağlılık ve onun etrafında şekillenen şahıs kültü veya fetişizmi. Ancak bu bağlamda asıl dikkat çekmek istediğim nokta vaaz ve sohbetlerden derlenen yeni bir kitabın adı olan “Derin Müslümanlık” kavramı.

Peki nedir bu ‘Derin Müslümanlık’? İlk bakışta İslam’ı yüzeysel değil de daha içsel, daha bilinçli yaşayan bir inancı çağrıştırıyor olabilir. Ama mesele bu kadar basit değil. Çünkü ‘derin’ kelimesi son derece göreceli ve ucu açık bir kavram; yüzeyden derinliğe doğru uzanan çizgide pek çok gri alanı da içinde barındırıyor. Derinliğin kriterlerini kim belirleyecek? Hangi ölçütlerle, hangi ritüellerle? Eski ihlas, takva gibi derinlik ifade eden kavramların pek alıcısı olmasa gerek ki doğrudan soyut ve muğlak bir ‘derinlik’ nitelemesi yapılıyor. Sadece söylemle değil, ahlakla ve ilkeli olmayla bir derinlik ortaya konsa da insanlar görse bunları!

Ayrıca ‘derin’ kavramı, ‘derin/karanlık/saklı/gizli/üstü örtülü devlet’ kavramında olduğu gibi ‘negatif’ anlamlar çağrıştırıyor. Bendeki ilk çağrışımı karanlık/gizli Müslümanlık gibi bir anlam oldu. Dolayısıyla bu sıfat tamlamasına katılmam mümkün değil. ‘Derin Müslümanlık’, doğal olarak ‘derin olmayan, yüzeysel’ Müslümanlığı ima ettiğinden ötekileştirici bir ton da taşıyor. Belki de bu kalıp özellikle seçilmiştir; muhalif veya eleştirel bakış açılarına karşı yeni bir savunma kalkanı sunuyor: “Sen yeterince derinleşememişsin!” türünden indirgemeci bir yaklaşım fevkalade mümkün.

Öncelikle şu sorulara sağlıklı cevaplar bulmak gerekir: Müslümanlık ne ile, nasıl bir din eğitimi ile derinleşecek? Beyinleri endokrine etmeden hangi eserleri okuyarak? Dinin, hayatın tüm alanlarında belirleyici olduğu bir durumda, seküler ve kamusal alanla ilişki nasıl kurulacak? Katılımcı demokrasi, kuvvetler ayrılığına dayalı hukuk devleti ve bireysel özgürlükler gibi ilkelerle ‘derin Müslümanlık’ nasıl bir uzlaşıya varacak? Yoksa yine “demokrasiden geri dönüş yoktur” türünden stratejik söylemlerle durum idare edilmeye mi çalışılacak?

Üstelik bu kavram, ahlaktan çok kimliği öne çıkarıyor. Oysa kimlik vurgusu arttıkça ahlak matlaşıyor. Burada kitabın alt başlığında “Kur’an ve Sünnet Işığında Ahlak” demenin de pek bir mantığı yok. Kimliği yücelten böylesi kavramlar, birçok Müslümanda bırakın ahlaki değerlerin davranışa yansımasını, Geleneğin işine yaramaktan öteye bir anlam ifade etmiyor. Ben olsam “ahlaklı Müslüman olmak” benzeri bir ibareyi tercih ederdim. Zira inançta veya imanda ne kadar derinleşilirse derinleşilsin, bu, tek başına ahlaklı olunacağı anlamına gelmiyor. Dindeki ceza ve ödülle ilgili bazı yaklaşımlar belli ölçüde bir ahlaki tutum ve davranışta etkin bir faktör olabilir. Fakat geleneksel Müslümanların, yani muhafazakârların büyük çoğunluğu, iyi ahlaklı olmak için bunun yeterli olacağını sanıyorlar. Bu bilimsel ve teorik açıdan da doğru değil. İnanç bir kısım Müslümanda yeterli gibi olsa da önemli bir kısmında yetersiz kalmaktadır tek başına; zaten bunu gündelik hayatta da gözlemliyoruz.

Nitekim etik değerlerin içselleştirilmesi ve davranışa yansıması, ancak bilişsel ve içsel süreçlerin sağlıklı işlemesiyle mümkün. Az buçuk aklı başında olan herkes Müslümanların imanla değil, ahlakla bir sorunu olduğunu teyit eder. Yeri gelmişken, ateist veya agnostik ama son derece ahlaklı çok insan da var farklı kültürlerden. Muhafazakârlar bu nokta üzerine çok kafa yormalı bence. İnsanı ahlaki açıdan şekillendiren sadece teoloji değildir. Sosyoloji, psikoloji, eğitim bilim, kamu yönetim biçimi, adalet ve ekonomik sistem de en az din-iman kadar önemlidir.

Diğer yandan İslami literatürdeki ahlaki değerlerin çoğu Aristoteles’e dayanıyor. Onun ‘erdemli/tam insan’ kavramını özellikle Kindî, Farabi, İbn Sina, İbn Miskeveyh gibi Müslüman filozoflar alarak geliştiriyor ve daha sonra manevi bir boyut da katarak ‘insan-ı kâmil’e dönüştürüyor. İbn Arabi bu kavramı işleyerek İslam’da bir ahlak anlayışını sistemli hâle getiriyor. “Kur’an ve Sünnet Işığında Ahlak” derken bu önemli ayrıntıyı da göz önünde bulundurmak ilkeli olmanın gereği değil mi?

Artık bir tarikat refleksleri gösteren kapalı dini bir topluluğun “kendin pişir kendin ye” şeklindeki kafa yapısının getirdiği düşünce sistemi patolojileri ‘derin Müslümanlık’ gibi bir absürt kavram üretmiş olabilir. Yazarın haberi olmaksızın sohbetlerinin içeriğinden hareketle böyle bir başlığın atılması da ayrı bir tartışma konusu.

Bunca akademisyene sahip bir yapının, dönüp dolaşıp sorunlu bir kavramı gündeme taşıması, aslında düşünsel bir kısır döngüyü de gösteriyor. “Derin Müslümanlık” bir inanç biçimi olarak değerlendirilebilir elbette, ama inancı dış dünyaya bu şekilde sunduğunuz anda mantıksal dairesellikten kurtulamazsınız.

Bu dairesellik şöyle işliyor: Bir inancı temellendirmeye çalışırken o inancın zaten baştan doğru olduğunu varsaymak:

“Kur’an doğrudur çünkü Allah’ın sözüdür.”
“Allah’ın sözüdür çünkü Kur’an öyle söylüyor.”

Eğer Müslümanlığın gerçekten ‘derinleştirilmesi’ isteniyorsa, bu derinlik önce ahlakta, karakterde ve zihinsel olgunlukta aranmalı değil mi? İnanç, bu temeller üzerine inşa edildiğinde sahici ve daha derinlikli olmaz mı?

Öte yandan bir topluluk toplum nezdinde sosyal ve diskur meşruiyetini büyük ölçüde kaybetmişse, öncelikle ve acilen hatalarıyla yüzleşip bunu yeniden kazanmanın yoluna girmesi beklenir. Ama toplulukta söz sahibi olanlar, hâlâ kendilerini Allah’ın sevdiği ve desteklediğine, bu yüzden maruz kaldıkları zulümleri de onun çözeceğine inanıyorlarsa hatalarıyla yüzleşme de söz konusu olamaz, olmuyor da nitekim. Çünkü her hâlükârda özne gerçekte Allah’tır. Haşa, sanki pratikte her şeyden münezzeh olan Allah değil de hiçbir konuda, hiçbir olumsuzlukta hiçbir sorumluluk üstlenmeyen bu kişilerdir. İnanılmaz savunmacı reflekslerle her türlü eleştiriyi fitne sayıp püskürtmeyi tercih etmeleri de bu yüzdendir. Hem de “aynı tas aynı hamam”, “az olsun benim olsun”, “kol kırılır yen içinde kalır”, “kalan sağlar bizimdir” gibi deyimlerle örtüşen pişkin yaklaşımlarla… Kutsallaştırılan tanıklık ve dışsal belirlemelerle seçkinlik sendromundan vazgeçmeden, maddi ve manevi değişik yollarla takipçilerini kendilerine ve söylemlerine itaate zorlayarak… Topluluğun gücü ve parayı kontrol eden ana damarının zamanla marjinal bir tarikat olmaktan başka çıkar yolu da kalmayacaktır zaten.

Oysa gerçek anlamda bir sivil toplum örgütü olmak, zamanın ruhunun gerektirdiği değerlerde değil mi? Çağın ihtiyacı; içe kapanan, tarikat refleksleriyle hareket eden dinî gruplar değil, açık, sorgulanabilir, toplumla sahici ilişkiler kurabilen, evrensel değerleri hayatla buluşturabilen, daha özgürlükçü, liberal ve çoğulcu sosyal çevrelerdir. Bunun ilk adımı da İslamcılık, selefilik, katı teosentrik ve hakikat tekelciliği kokan yaklaşımlarla, toplumu belli ajandalarla dini esaslara göre yapılandırmayı hayal etmenin ve anakronik yöntemlerle de Orta Çağı günümüze taşımaya çalışmanın toplumsal bir karşılığı olmadığını anlamaktan geçer!

Son olarak; dükkanında sadece dini ürünler varsa onları ‘pazarlamak’ elbette herkesin hakkı. Çeşitli aktivitelerde bulunan ‘kesin inançlı’ sayısız gruplar var dünyada. Ancak ne var ki özellikle ahlak, demokrasi, hak, hukuk, adalet, fikir özgürlüğü gibi ürünler de nesnel olarak kulağa hoş geliyor. O hâlde bu değerler, sadece kavramsal metinlerle değil, bireysel davranışlarda ve toplumsal ilişkilerde de görünür olmalı değil midir? O zaman belki biz de kitaplar hacminde nahoş tecrübeleri bir tarafa itip fazla ‘derin’e inmeden ikna oluruz!

Teolojik açıdan dindarlaşmadaki derinleşmeyi (ki buna iç dönüşüm veya manevi derinleşme de denebilir) ‘derin Müslümanlık’ ile ifade edebilecek zihinsel habitat, irrasyonellik açısından çok irdelenesi bir düşünce ortamını ele veriyor bence. Bu; inhisarcı, kapalı dini ortamların ürettiği, gerçeklikten kopuk, kullanılan sıfat tamlamasının oldukça negatif anlamlar çağrıştıracağını ıskalayan, kendi dünyasında veya zihinsel mağarasında yaşayan -eğer başka septik veya kirli bir arkaplan yoksa- bir zihinsel patoloji göstergesidir.

Teoloji derinliğe dair bir dil kurabilir ama asıl derinlik, insanın davranışlarında ve hayata kattığı değerlerde ortaya çıkar. Karakter ve vicdanda saklı olan gerçek derinlik bilgiyle değil; erdemle, içtenlikle, haysiyetle ve ahlaki tutarlılıkla başlar.

Letzte Aktualisierung: 10. August 2025
Zur Werkzeugleiste springen