Yıl Ocak 2016. Babamın cenazesi vesilesiyle doğup büyüdüğüm Espiye’deyim. Hava karlı. Kar ve toprağın birbirine karıştığı sokaklarda hüzünle yürüyorum. Eskiden Karadeniz’in şirin bir kasabasıydı burası. Ya şimdi? Daracık sokaklarından yükselen ruhsuz binaların işgalinden çocukluğumu geçirdiğim mekânları tanıyamadım. Ne mahallemde ne sokaklarında ne de sahilinde çocukluğumdan hiçbir iz kalmamıştı. Çocukluğumun o güzelim sahil kasabası hoyratça talan edilmişti sanki. Mezara gömülen sadece babam değildi, çocukluk anılarımı da betona gömmüşlerdi.
İki dere arasından denize doğru bakan Espiye’nin hemen önünden geçiyordu Karadeniz sahil yolu. Bir de ilçenin bir ucundan öbür ucuna kadar giden uzun bir cadde vardı. Son yıllarda fındık bahçelerinin yerine dikilen sevimsiz binalar arasında üçüncü bir cadde daha oluşmuş. Plan yok, park yerleri yok, estetik hak getire! Çirkinlik ödülüne layık görülecek kadar düzensiz… Madem yeni bir cadde inşa ediyorsun, adam gibi bir şehirleşme planı hazırlanmaz mı? Bu planı hazırlayan şehir plancılarının hiç mi dünyada gezip gördüğü bir şehir yok! Siz çevre düşmanı mısınız? Medeniyetten bu kadar mı uzaksınız? En azından binalar sıra sıra, bir estetiğe göre dikilmez mi? Yamuk yumuk, sokağın içine doğru çıkıntılı binalara kim nasıl izin vermiş böyle? Gerçi zihinlere nakşedilmeyen estetik, güzellik nasıl yeni kurulan şehirlere yansıyacak! Bunu beklemek bile absürt. Güzelim sahilde, çocukluğumu doyasıya yaşadığım nice anılarım vardı. Şimdi taş yürekli yöneticiler tarafından her tarafı taşlarla, betonlarla doldurulmuştu! Mekânların tahribi, anıları da tahrip ettiği için acı veriyor insana. Demek ki burada yaşayan insanlar, tahrip edenler fazla olunca anılarının tahrip edilmesine direnememişler.
Keşke teknik/sosyal altyapısıyla, çevre düzenlemeleriyle, temizliğiyle, sahiliyle ve dahi insanlarıyla daha hümanist, daha güzel bir yere doğru gitseydi çocukluğumun geçtiği mekânlar. Hayal kırıklıkları bir değil ki…
Babam, Alucra’nın Demirözü köyünden 1959 yılında askerlik için ayrılmış. Sonrasında ekmek parası için Espiye’ye göçüp yerleşmiş. Hayat şartları zor olduğundan 1970 yılında Almanya’ya gelmek üzere Espiye’yi terk etmiş. Bundan sonrasını iyi hatırlıyorum. Burada yıllarca madende çalıştı ve emekli oldu babam. Kâh Hamm’da (Almanya’daki şehir) kâh Espiye veya köyde yaşadıktan sonra dünyaya veda etti. Hayatının finalinde onu asıl vatan topraklarına uğurladık.
Beni bekleyen sürprizlerden habersiz geri dönüş yolundayım.
Bir pazar günü saat 13.45’te Trabzon Havaalanı’ndan İstanbul aktarmalı Düsseldorf’a uçacağım. Ne olur ne olmaz diye sabah 9.30 otobüsüne bilet aldım. Yollar karlıydı. Bir de her yerde in bin yapılmaktaydı. Yanımda oturan liseli gencin arasıra telefondan aldığı habere göre herhangi bir uçak iptali yoktu. Saat 12.00 gibi havaalanına vardık.
Güvenlikten geçtim ve ilk sürprizle karşılaştım. Bütün seferler hava muhalefeti sebebiyle iptal olmuştu. Hemen THY bürosu önünde sıraya girdim. Üç sırada işlem yapılıyordu. Her işlem 10-15 dakika sürüyor. Önümde 5-6 kişi var. Bir gün sonraki saat 13.45 öğle uçağını tercih ediyorum. Düsseldorf bağlantılı uçağı da düşünmek durumundayım, o da akşam İstanbul’dan saat 19.40’ta.
THY, o zaman Avrupa’nın en büyüğü olduğundan kendine yakışanı yapıyor ve bizi 5 yıldızlı bir otele gönderiyor! Ama bir minibüs dolusu insan tedirgin. Pazartesi taksiye atlayıp yine 12.00 gibi havaalanına vardım. Saat 13.00’te İstanbul’dan gelen uçağımızın inmek üzere alçalmaya başladığını iPad’den takip ediyoruz. Yaklaşık on onbeş kadar yolcuyuz Lounge salonunda. Hava açık, denizi görebiliyoruz. O da ne? Uçak inemeden tekrar havalanıyor, birkaç dakika sonra kavis çizerek tekrar deniyor. Nafile… Bu sefer Samsun tarafına yönelip yine deniyor, ileriden dönüp gelip bir kere daha… Bir türlü inemiyor. Bu arada hava biraz kötüleşiyor. Görüş mesafesi azalırken rüzgâr da artıyor. Fakat bu arada arka arkaya bir THY uçağı, bir de Pegasus uçağının indiğine şahit oluyoruz. Peki bizim uçağın pilotu neden inemiyordu? Herkes bu soruyu soruyordu. Hatta inse bile bu pilotun kullandığı uçağa binilir miydi?
Biz bunları tartışırken öğrendik ki uçak Samsun havaalanına inmek üzere. Ipad’den kaybolunca içindeki yolcularla birlikte indiğini anlıyoruz. Yakıt ikmali mi… Dört saat mi ne geçti tekrar havalanıyor. Bu sefer ümitliyiz, ne de olsa yine iki uçak iniş yapmıştı. Beklediğimiz uçak geldi geldi, alçaldı biz piste indiğini düşünürken baktık pistte uçak falan yok. Pisti teğet geçip üzerimizden uçup gitti. Yine dönüp geldi, fakat gittikçe yükseliyordu artık. Acaba dönüp bir daha dener miydi? Bekledik ama boşuna! Zonguldak üzerinden İstanbul’a doğru yol aldığını anladık. Birazdan gelen, “iptal” anonsu ümitlerimizi hepten yok etti.
Yine hızlı adımlarla THY bürosuna çıktık ve kuyruğa girdik. Bu sefer bayağı kalabalıklaşmıştı da. “Ya sabır” çektik, başka da şansımız yoktu zaten. Sırada bekleyenler alternatif uçuşlar üzerine konuşuyor, görevlilerle hararetli konuşmalar geçiyordu. Öğrendik ki biz uçağımızı nafile beklerken tanıdıkları olan bazı iltimaslı şahıslar o akşam saat 19.00 ve 20.45 uçaklarında yer ayarlamışlar. Bizim haberimiz bile yokken, kimlerdi acaba o talihliler? Aksilik bu ya önümde duran altı kişilik grup salıyı çarşambaya bağlayan gece 02.40 uçağına bilet almış, maalesef o da dolmuştu. Çarşamba günü de yer kalmamış ki ancak perşembe günkü uçakları teklif ettiler bana! İnanılır gibi değildi…Tam bir kâbus! Pazar günü geldiğim havaalanından perşembe günü uçmak mümkün olabilecek. O da garanti değil. Trabzon gibi bir şehirde hava muhalefetinden günlerce mahsur kalıyorsunuz! Kendinizi Afrika’nın en kuytu bir bölgesinde hissediyorsunuz. Ve elinizden hiçbir şey gelmiyor İstanbul’a ulaşmak için.
Yoğun telaş içinde Samsun’dan uçakların kalkabildiğini öğrendim. Sıra bana gelince salı sabahı 07.45 uçağıyla İstanbul’a, oradan da 11.00 uçağıyla Düsseldorf’a bilet aldım. Bu sefer telaşla otogara yöneldim ama neyle gideceksin! Havaalanı önünden arada bir taksi geçiyor ama hepsi dolu. Yollar kar buz… Minibüsle gitme imkânı olduğunu öğrendim. Birkaç yüz metre yürüdükten sonra otogara giden bir minibüse atladım. Telaşla otogara girer girmez ayaklı değnekçilerden biri önümü çevirdi.
“Nereye abi?”
“Samsun’a!”
“En erken 21.00 otobüsü kalkar abi şimdi yolda, çeyrek geçe gelir.”
Bilet ücretini sordum, 30 TL. Gözüm pek tutmadı adamları. İki yere daha sordum, en erken o otobüsün olduğunu görünce hemen gelip ücreti ödedim.
“Bilet vermiyor musunuz?”
“Yok abi!”
Baktım biraz ileride bana bileti satılan şirketin tabelası var. Oradaki görevliye gidip başkasından kendi firmalarına bilet aldığımı söyleyince; “Onun garantisi yok abi!” demez mi?
“Aman Allahım! Kâbus gibi! Nereye düştüm ben böyle!” diye hayıflandım. Hemen koşup 30 TL’yi biraz hırçın bir edayla geri istedim ve gelip bu şirketten bileti aldım. Bu sefer bilet elimdeydi. Tuhaf duygularla beklemeye koyuldum.
Nihayet otobüs geldi ve saat 21.30’da hareket etti. Karın buzun üzerinde yol almaya başladık. Üstüne üstlük şoförün bir elinde sigara, diğer elinde çay! Arada da telefonla konuşuyor. İstemsiz homurdanmaya başladım. Otobüs ağzına kadar dolu, kimsede çıt yok! Bu ne sorumsuzluktu, hem de böyle karlı buzlu sisli bir ortamda! Etrafımdaki yolculara duyurmaya çalıştım, nafile. Görele ilçesine gelince TIR kaymış yol kapanmış dediler. Yolda epey bir bekledik. Sık sık saate bakıyorum. Gecikme ne kadar olacak diye kalbim kıpır kıpır. Samsun’a kadar 20-30 cm karın buzun üzerinde gittik fakat 300 km’lik sahil yolu boyunca bir tane bile yol açma aracına rastlamadık. İnanılır gibi değildi! Yolun buzlu bir bölgesine geldiğimizde durup zincirleri değiştirdiler.
Sabah saat 05.30’da Samsun Havaalanı sapağına gelince yolda indim. Şimdi de buradan havaalanına ulaşmam gerekiyordu. Etrafta kimsecikler yok. Taksi var ama taksici ne arasın sabahın köründe! Belki biri denk gelir diye çaresiz otostop yapmaya karar verdim. Biraz bekledikten sonra bir araç durdu ve aldı. Birkaç km uzakta olan havaalanına vardığımda ücret teklif ettim ama “öyle şey olur mu” diyerek nazikçe geri çevirdi. Doğrudan gittiğim THY gişesinde saat 06:00 uçağında yer olduğunu, istersem onunla gidebileceğimi söylediler. Hemen kabul ettim. Çünkü artık en seri şekilde, arkama bile bakmadan buralardan ayrılmak istiyordum.
Bitkin şekilde İstanbul’a varınca saat 11.00’i sabırsızlıkla beklemeye koyuldum. Artık kendimi doğduğum memleketimden doyduğum memleketime atmak istiyordum. Düsseldorf’a inince öyle rahatladım ki karabasandan kurtulmanın verdiği bu huzuru nadiren yaşamışımdır. Kâbus dolu birkaç gün içinde ülkenin altyapı, insan profili, sosyal hayatın işleyişi, kriz yönetimi açılarından Avrupa’dan ne yazık ki on yıllarca geri olduğuna bizzat şahit olmuştum. Birileri Türk halkını fena şekilde aldatıyor ama bakalım nasıl ve ne zaman fark edilecek?
Bir ölümün ardından geldiğim memleketimde ölen ne çok şey vardı!
Muhammet Mertek