Makaleler

İslamcılık ve radikalizme karşı çoğulcu düşünme

İslam üzerine tartışmaların ardı arkası kesilmiyor. Tartışmalar ne verimli bir zeminde seyrediyor ne de üslup ve içerik açılarından tatmin edici. Deyim yerindeyse ağzı olan konuşuyor. Sözler, kılıç gibi keskin, her şeyi kendine yontuyor ki hakikat arayışı hak getire. Sabit fikirlilik, ezber, sığ düşünce ve dogmalardan kurulan barikat, Berlin Duvarı’na denk. Mevcut konfor alanı ve bilinç düzeyinin bir milim ötesine geçemeyenlerin ise değme keyfine.

İslam karşıtlarıyla İslamcılar sembiyöz bir ilişki içinde. Nefret ve düşmanlıkta karşılıklı paslaşmalar veya restleşmeler fevkalade uyumlu. Toplumu kutuplaştırmada zamanlama oldukça başarılı. Çoğunlukla içeriği taraflarca farklı algılanan özgürlük, din, devlet, hukuk, demokrasi gibi kavramlarla ortalık toz duman. Yaftalama, damgalama, dışlama, aşağılama, şeytanlaştırma diz boyu; her fırsatta insan düşmanlığı ve genelleme epey işlek. Çözüm odaklı medenice tartışma, açık yüreklilikle birbirini anlamaya çalışma ışık yılı kadar ırak…

Böylesine oksijensiz havadan rahatsızlık duymayan tek bir yığın var: Cehalet ve nefretten beslenenlerle ‘fikir namusu’ olmayanlar! Cemil Meriç, “Bu ülkede sağcı solcu, ilerici gerici yoktur. Namuslular ve namussuzlar vardır.” der ki haklıdır. Bir yanda hak-hukuku, sevgiyi ve birliği baz alanlar, diğer yanda körü körüne nefret ve düşmanlığa dalanlar… 

Sürekli hamaset tüketip nefret üreten, toplumu bölen, ruhu huzursuzluğa boğan, ırkçı, ayrımcı, faşist, totaliter, antidemokratik bir dil öylesine işlek ki! Bu kadar gerekçe ve acı karşısında “susmak vicdansızlıktır” artık. Fakat -baştan hatırlatayım- şunun bunun avukatlığına soyunmadan, sadece kolektif sorumluluk adına haykırmaktır esas olan.

Tartışmaların odağında İslam varsa elbette ilk muhatap Müslümanlardır, özellikle de aydınları(!) ve kanaat önderleri. İslam etrafındaki sorunlardan da -dış etkilerin ve manipülasyonların etkisi malum olmakla birlikte- öncelikle Müslümanlar sorumludur. Dolyısıyla dış desteğe veya müdahaleye ihtiyaç duymaksızın kendi problemleriyle kendilerinin yüzleşmeleri gerekir(di). Savunmacı ideolojik reflekslerden kurtulup şöyle bir başını kaldırarak İslam tarihinde ne olup bittiğini anakroniğe saplanmadan okuyan var mı? Gerçekten ilginçtir, bunca dehşet verici olaylar yaşanırken bile dişe dokunur rasyonel ve reel bir yüzleşme ara ki bulasın! Ama yozlaşmanın, geri kalmışlığın sebeplerini ya -Süfyan, deccal, dış güçler, oryantalist, şarkiyatçı, tarihselci gibi- hep ‘başkaları’nda (ki bunu daha çok İslamcılar yapar) ya da ‘kendi günahlarında ve şeytanda’ (ki bunu da daha çok ehli tasavvuf ve mistikler yapar) arama gibi kronik bir hastalık pek yaygın her nedense! Müslüman yaşamı şekillendiren emir ve yasaklar genellikle heteronomik (dışsal belirlemeyle) olduğundan olsa gerek hemen her şeyde dış etkenlere bir odaklanma var; bir de felaketlerin, zulümlerin ana sebeplerini toplulukların kendi günahlarında görmesine…! Yeter ki yönetici pozisyonundakileri sorgulama, onlara dokunma, her daim suçu ya dışarıda ya da kendinde gör! Zamanın sosyal, siyasi, ekonomik şartlarında reel ve rasyonel çözüm üretmek yerine kurtuluş en az 500 yıldır süregelen bu reflekslerde aranıyor; hem de bıkmadan, usanmadan irrasyonel ve romantik bir mantıkla! Akıl almaz bir zaman israfına mı yanarsın, akıllanmaz bir zihniyetin bitmez tükenmez ayıbına mı?

Tartışmalar; dinin İslamcı, selefi veya siyasi bir ideolojiye büründüğü, -birçok yönüyle zaman aşımına uğrayan ve bir türlü tecdit edilemeyen- İslam fıkhının artık kökten sorgulandığı bir yöne evriliyor. Konuyla ilgili soru(n)lar epey bir yekûn tutuyor. Kim ne derse desin, hemen hemen bütün Müslüman grupların zihin dünyasında ‘İslamcı ve selefi’ anlayışa dair tonlar ağır basıyor. Politik İslam anlayışına karşı olanlar, kültürel Müslüman gruplar bile olumsuzlukları sadece “siyasal İslam” cephesine veya ötekileştirilen bir başka dini akıma atarak İslamcılar gibi tepki gösteriyor sorunlara… Vekendi mahallesindeki yığınla problemi görmezden gelmek gibi bir şark kurnazlığı yapıyor. İşler, onlar tarafından ya mucizeye bırakılarak ya da Yüce Yaratıcı ve öbür dünyaya havale edilerek meçhule erteleniyor. Platon’un mağarasındaki gibi gölge konfordan taviz verilmeyen bir ortamda güneşin batıdan doğması bekleniyor! Neredeyse her gün bıkmadan usanmadan ‘Süfyan ve Deccal’ edebiyatı yapılıyor! Nasılsa kıyamet alametleri tek tek zuhur ediyor(!). Çözüm odaklı yaklaşan, olaylara analitik ve eleştirel bakabilenler ise yığınlar üzerinde etkili olan Gelenekçilerin ciddi baskısına maruz!

Muhafazakâr mahalledeki fikir önderlerinin ve Müslüman teologların birçoğu, -istisnalar hariç- çoğulcu ve eleştirel düşünmeyi, katılımcı demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, özgürlük ve insan haklarını da samimi olarak ve gerektiği önemde savunmuyor. Bazen savunuyormuş gibi yapıldığında da stratejik ve konjonktürel davrandıkları çok sırıtıyor. O coğrafyada sıkça görüldüğü gibi ‘-mış gibi’ yapıyorlar sadece. Oysa çoğu kez hakikati ve kurtuluşu sadece kendi gerçekliklerinde (dini ve ideolojik müktesebatlarında) görerek diğerlerini (modern sosyal bilimlerin verilerini) baştan reddeden ‘dışlayıcı’ (eksklusivist) tavırlar sergiliyorlar!

Çoğulcu düşünmede perspektif değişimi

Saymakla bitmeyecek olumsuzluklar çölünde bir liberal ve çoğulcu düşünme vahası inşa etmek hayal olsa da bir yerlerden başlanabilir elbette. Bu hengamede cevaplanması gereken asıl sorular şunlar: Tartışmaların neresinde duruyorum? Ortak etik değerler karşısında aldığım pozisyon tam neresidir? Çoğulcu düşünmeyi ne kadar içselleştirebildim? İçselleştirdiğimi pratikte nasıl gösterebilirim?

İslami kaynaklarda özgürlükçü birlikte yaşama ortamı ve çoğulcu düşünme adına belli bir potansiyelden söz edilebilir. Selefin külliyatında ve eski monarşik toplumlarda yer yer olan öncül ve tip uygulamalar ‘update’ edilebilir ve müzakerelere katkı sunabilecek hâle getirilebilir. Konunun uzmanları en azından bunları bilimsel veriler ışığında ortaya koyabilirler.

Kant’ın deyimiyle “kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan” kurtulmadan çoğulcu düşünmenin yeşermesi zor. Öyle ki akıl baliğ (reşit) olmayla birlikte yapılması gereken ritüellerin üzerinde sıkıca durulur da; nasıl reşit olunacağına veya reşit olma kriterlerine dair hiç kafa yorulmaz. Niçin? Önemli ölçüde en büyük engel çarpık bir zihniyet! Bir zihniyet dönüşümü ve perspektif değişimi şart, ama nasıl? Teolojik ve sosyal problemleri çözmenin yolu da buradan geçiyor aslında. Fakat eleştirel düşünmeyi içselleştirmeden ne sağlıklı bir tartışma kültürü oluşturmak ne de çoğulcu düşünmeyi hazmetmek kolay.

Esasen İslam, çoğulcu düşünmeye sanıldığı kadar yabancı bir din de değil. Yeter ki hangi değerlerin günümüzde öne çıkarılacağına cesurca karar verilsin. Her dinde olduğu gibi İslami kaynaklarda da yeterince malzeme bulunabilir. Kuran-ı Kerim’de geçen bazı ayetler gibi: “Senin dinin sana ve benim dinim bana.” (109: 6) “Dinde zorlama yoktur.” (2: 256) “Mutlaka her topluluğa bir elçi gönderdik.” (16:36)

“Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, başkaları için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman etmiş olmaz.” (Buhari, Müslim) gibi hadisler de eklenebilir.

Ayrıca insan-Yaratıcı arasındaki ilişki doğrudan ve bireysel olduğundan inanç açısından da dünyada sayısız gerçeklikten söz edilir. Fakat İslamcıların sıklıkla başvurduğu ‘hakikat tekelciliği’ öne çıkarıldığında; Kur’an, sadece birilerinin anladığı şekilde yorumlanmak zorundaymış gibi yine tekelci iddialar ortaya atıldığında evrensellik konusu zaten güme gider. Bırakın tüm dünya toplumlarını, tek bir toplumda bile aynı ‘hakikat’ üzerinde uzlaşmak mümkün değilken, tek bir hakikati veya dini yorumu dünyada herkes için hayata geçirmenin gerçekçi ve rasyonel bir zemini olabilir mi? Bazı marjinal İslamcı çevrelerde hâlâ böylesine ütopik bir ‘dava’ anlayışının diri tutulması ibretlik!

Öte yandan dini kaynaklarda akletme ve insan onurunun yüce bir değer olarak nitelendiği de biliniyor. Buradan hareketle İslamiyet’in, “huzur veren, barış, adalet ve güzellik öngören” yönü pekâlâ vurgulanabilir. Bu bakış açısı heterojen, çeşitli, çok kültürlü bir toplumda çoğulcu ve pozitif düşünceyi pekiştirebilir. Nitekim Yunus Emre, Mevlâna Rumi ve Hacı Bektaş Veli tarafından temsil edilen tasavvuf; çoğulculuk ve hümanizm ile karakterize edilebilecek özelliklere sahip değil miydi?

İslam’da çoğulcu düşünme mümkün mü?

Kur’an-ı Kerim’de birçok kavram ve ayetin farklı yorumlara açık olması da çoğulcu düşünme adına güzel bir örnektir. Mesela Fatiha suresinin dördüncü ayeti farklı kıraatlerde okunduğunda farklı anlamlar içerir: ‘Mâliki’ (Rabbe), ‘mâliku’ (O Rab’dir), ‘mâlika’ (Ey Rab), ‘malika’ (Ey Kral) ve ‘maliki’ (Krala) gibi…

Bu nedenle İslam Bilimci Thomas Bauer, haklı olarak Kur’an’ı birçok ayetinden hareketle “çoğul, sonlanmamış, hiper metinsel olarak yapılandırılmış, anlamı hiçbir zaman tam olarak tükenmeyen, dinleyicilerinden ve okuyucularından sürekli yeni metin çalışmaları talep eden […]” bir metin şeklinde tanımlar. Birçok ayet veya sure de hiper metin olarak yapılandırıldığından önceki ayetlere bakılmadan yorumlanması söz konusu değildir. Dolayısıyla Kuran’daki çok anlamlı (metaforik) kavramlara İslamcı ideolojilere karşı önemli bir özellik olarak bakılabilir. Örneğin ‘cihat’ ve ‘fitne’ gibi kavramlara şiddet ve eleştiri gibi farklı anlamlar baskın şekilde ideolojik olarak yüklenebiliyor.

Kısaca değinilen bu argümanlar bile çoğulcu düşünme adına ufak bir fikir verebilir; fanatik veya radikal eğilimlere set işlevi görebilir. Üretken, umut veren ve çözüm odaklı bir tutumla kötümser ve korku yayan yaygaraların önüne ancak geçilebilir. Böylece farklı yorum ve düşüncelere saygı duyma becerisi de gelişir. Müslümanların, ne olursa olsun savunmacı refleks yerine her zamankinden daha çok böyle bir pozisyon almaya ihtiyaçları var.

Olumsuz tarihi tecrübelere rağmen İslami temel kaynakların kendi içinde az da olsa çoğulcu, ‘öteki için’ özgürlükçü ve liberal bir anlayışı barındırdığı söylenebilir. Ne var ki çoğulculuğu pratiğe geçirmek Müslüman grupların işine gelmemektedir. Çünkü hakikat tekelciliği, şahıs kültü, kendini biricik ve seçkin görme, cemaati/tarikatı/grubu/iktidarı bir arada tutmada stratejik önemde bir konfor sağlıyor. Oysa çoğulcu düşünme, İslam karşıtları ve İslamcı radikalliğine karşı önemli bir değer olduğu gibi, Müslümanların toplumsal hayata katkısı açısından da belirleyici ve barışçıl bir potansiyeli içinde barındırabilir.

İslam üzerine ardı arkası kesilmeyen tartışmaların nispeten daha verimli bir zemine kaydırılmasında çoğulcu düşünme becerisi önemli bir rol oynayabilir.

Muhammet Mertek

 

Letzte Aktualisierung: 1. Juni 2025
Zur Werkzeugleiste springen