Michael Gmelch’in “Sonsuzluğun Bekleme Salonunda Sema – Rumi ve Tasavvuf ile Diyalog İçinde” (Wirbeltanz im Wartesaal der Ewigkeit) başlıklı kitabını okurken Weimar’daki iki boş sandalye anıtını hatırladım. Biri Johann Wolfgang von Goethe’yi, diğeri de İranlı şair Hafız-ı Şirazi’yi sembolize eder. Zamanın şark nazmına hayran olan Goethe, kendisinden yaklaşık 400 yıl önce yaşayan Hafız ile manevi bir diyalog kurar. Ve şimdi sandalyenin birinde Gmelch’i, karşısında da Mevlana’yı oturuyor gibi hayal ettim. Nitekim Gmelch de Mevlâna ile manevi bir bağ kurarak birçok yönden mistik bir diyalog yürütür.
Aslında Gmelch, Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!”, “Doğru ve yanlışın ötesinde bir yer var; orada buluşalım.” veya “Gel, kim olursan ol, yine gel.” gibi sözleriyle ana maksadını ortaya koyuyor.
Yazar, sofilerle ilk kez Nürnberg’de tanışır. Hayatının ilk 20 yılını orada geçirir ve daha sonra papaz olarak çalışır. O süre içinde yurt içinde ve dışında dört üniversitede on iki yıl öğrenim görür. Katolik teolojisine vakıfken Mevlâna ve tasavvuf konusundaki bilgileri yüzeysel kalır.
Ancak Almanya, Hindistan, Türkiye, Özbekistan ve Bulgaristan’da faaliyet gösteren tarikatlarla karşılaşmaları ve tecrübeleri onda inanılmaz ufuklar açar. Konuya ilişkin derinliğini eserindeki detaylı tasvirler ele verir. Özellikle şu iki soruya tatmin edici cevaplar bulmaya çalışır: İnançlar ve kültürler arasındaki bildik sınırlar nasıl aşılabilir? Bu yüzyılda diğer dinler ve dünya görüşleriyle nasıl yeni diyalog yolları aranabilir? Ona göre diyalog bir süreçtir; bu süreçte kişi alışık olandan vazgeçmeye ve ‘yeni dünyada’ yol almaya hazır olmalıdır. “Yeni dünyanın size bir şey söyleyebilecek, sizi değiştirebilecek ve içsel olarak daha da geliştirebilecek bir dinamik ortaya çıkarma” ihtimali üzerinde durur. Çünkü “Hıristiyan ve İslami mistik nazım öyle bir hazineye sahip ki sembollerinde, metaforlarında, imgelerinde ve alegorik temsillerinde birçok paralellik görülür. Mistikler arasında dogmatik sınırların ötesinde bir bağlılık bilinci büyür ve muhabbeti derinleştirmek için yeni imkanlar sağlar.”
Michel Foucault’nun ‘başka mekân’ terimi, Gmelch için anahtar bir bakış açısıdır: ‘Başka mekan’da gelişen bir teoloji, sürekli yeniden inşa edilen kendi kimliği hakkında yeni bir şey öğrenmek için yabancı olana ve bilinmeyen bir muhataba ihtiyaç duyar. Yabancı olan, özellikle başka bir kültürde, zihniyette veya dinde ya da ‘periferimizde’ de bizimle karşılaşır. Bu nedenle Foucault, teolojinin geleceğini onun bağlama duyarlı, açık ve öz eleştirel bir düşünüm (refleksiyon) içinde olup olmamasına bağlı kılar. Burada tartışmayı prensipte dış etkiye açık tutan bir refleksiyon söz konusudur.
Gmelch, sufi hareketlerin 8. ve 9. yüzyıllarda Mezopotamya’nın güneybatısında geliştiğini ve daha sonra bugünkü Irak, İran, Arabistan ve Mısır üzerinden hızla yayıldığını belirtir. O zamandan beri tüm İslam coğrafyasında vazgeçilmez olurlar. İslam’ın bu ilk döneminde mistikler inzivaya, ibadete ve ahlaka odaklanır. Halifelerin artan zenginliğine ve imparatorluğun genişlemesiyle birlikte yaygınlaşan dünyeviliğe karşı kendilerini eleştirel bir hareket olarak konumlandırırlar.
İslam tasavvufunun çok sayıda önemli Sufi ilahiyatçının teorik temellerini atmasıyla geliştiğini dile getiren yazar, diğer dil ve kültürlerin etkisini de şöyle özetler: “Arapça, Farsça, Türkçe ve tüm Doğu’da etkili olan Güney Asya dillerinde edebi, özellikle nazım olarak büyük eserler yazıldı. Geç antik felsefeden, mistik felsefeden, Hıristiyanlık, Manihaizm, Zerdüştlük, Neoplatonizm ve Budizm’den gelen fikirlerin etkileri ve onlardan alınanlar ortadadır.”
Güç mücadeleleriyle geçen 13. yüzyıl
Gmelch’in, gelişmeleri teorik, pratik, aynı zamanda dinler arası ve tarihsel olarak karşılaştırmalı terimlerle çok boyutlu analiz etmede oldukça başarılı olduğu söylenebilir. Acımasız güç mücadelelerine sahne olan 13. yüzyıl Hıristiyan ve İslam dünyasında neler yaşandığını ayrıntılarıyla anlatması buna örnek sayılabilir. Bütüncül bir tarih okuması takdire şayan: Bir yanda Anadolu ve Bağdat’ta yıkıcı sonuçlarıyla Moğol fırtınası ve haçlı seferleri, diğer yanda Engizisyon ve Endülüs’te Reconquista örneklemeleriyle canlı bir tablo oluşturuyor zihinde.
Bu yüzyılda Avrupa ve Orta Asya (Çin sınırına kadar), hayatın tüm alanlarını etkileyen hızlandırılmış bir değişim dönemi yaşar. Çok katmanlı çalkantılarla mevcut düzenlerin istikrarsızlaştırılması ve buna bağlı uzun vadeli dönüşüm süreçleri büyük kimlik ve entegrasyon krizlerini doğurur. Dayanılmaz derecede stresli deneyimler ve travmatik olaylar, toplum hayatında onulmaz yaralara ve çatlaklara yol açar. Bu koşullar altında, tasavvufi ve mistik yapılar, acı çeken insanlara sığınak olur veya ‘başka mekanlar’ sunar.
Bu kaotik ortamda örneğin Mevlâna, birçok kötü durumdan daha güçlü çıkmayı sağlayan bir dayanıklılık sergilemeyi başarır. Kitapta onun hayatında yaşamak zorunda kaldığı altı çatlaktan bahsedilerek nasıl bunların üstesinden geldiği anlatılır.
Sufi mistisizmi: Mevlâna ve İbn Arabi
Özel bir öneme sahip olan Sufi mistisizmi ve Mevlâna Dshelaleddin Rumi (1207-1273), ritüelleri ve müzikleriyle özenle tasvir edilir.
Gmelch, Rumi’nin özgeçmişi ve mistisizminin analizini yaparken “sosyo-psişik derin analiz” yöntemine başvurur. İlk olarak, zamanın sosyal ve tarihsel şartları hakkında ayrıntılı bilgi verir. Mevlâna, henüz 13 yaşındayken ailesiyle birlikte Horasan’daki Moğol saldırılarından 30 yıl önce gerçekleşen bir haçlı seferinin yaşandığı Konya’ya (1220) kaçmak zorunda kalır. Tüm bölge 1243’te Moğollar tarafından yağmalanır, yakılıp yıkılır. Mevlâna, çağdaşlarıyla bu süre içinde inanılmaz ıstıraplar yaşar, dolayısıyla insan ve Allah sevgisini vurgular.
Eserde İslam’daki ‘tasavvuf’ kavramı, diğer dinler ve çağdaş başka toplum kesimleriyle diyaloga girmek için kendine özgü manevi, sanatsal, estetik ve sosyal boyutlarıyla ele alınır.
Hıristiyan ve Sufi müzisyenler arasındaki içerikle ilgili yakınlık, her iki taraftaki temas korkularını azaltmaya ve diyalog karşılaşmalarını teşvik etmeye yardımcı olabilir. Ayrıca Gmelch’e göre diyalogda “karşılıklı olarak argümanlar tanınmalı ve sonunda edinilen bilgi kendisine geri dönmeli. Yapıcı bir çıktı olmalı.”
Endülüs’te tasavvuf, Aydınlanma ve mistisizmi birleştirmeyi başarır. Geleneksel öğretide, bilimsel akıl ve mistik ilham gibi temel bilgi kaynakları bir araya gelir. Endülüs’teki en ünlü şairler, Murcia’da doğan İbn Arabi gibi büyük tasavvuf ehli insanlardır. İbn Arabi, 1200 yılında vatanını bir daha geri dönmeksizin terk eder. En son Şam olmak üzere birkaç farklı beldede yaşar. Rumi, 1233 yılından itibaren Şam’da yedi yıl (bazı tarihçilere göre 4 yıl) onun öğrencisi olur. Burada Endülüs’ün nispeten özgür ruhu ile Hıristiyanlık ve Yahudilikten gelen kültürel bağları yakinen öğrenme fırsatı bulur. İbn Arabi’ye nispet edilen bir şiirde farklı dini ve etnik kökenden kültürlerin barış içinde bir arada yaşama tecrübesi şöyle aktarılır:
“Kalbim artık bütün suretleri kabul eder oldu:
Ceylanlara otlak, rahiplere manastır,
Putlara tapınak, hacılara Kâbe,
Tevrat’ın levhaları, Kur’an’ın sayfaları…
Aşk dinin yolundan gidiyorum şimdi ben,
Ne tarafa yönelirse aşk kervanı,
Aşktır benim dinim ve imanım.”
Tasavvuf: Allah marifetini ve sevgisini aramak
Sufilerin tek motivasyonu ilahi gerçeğin özünü keşfetmektir. Rumi, Sufi mistisizmini “rasyonel aklın sınırlarını geride bırakan bir Allah marifeti” olarak özetler.
Rumi’ye göre Allah bütün varlıkta tecelli eder. Veya her şey de bütünüyle Allah’tadır. Birbiriyle ilişkili olmayan hiçbir durum yoktur. Her şey her şeyle ilgilidir. Bu nedenle Rumi bütüncül bir dünya görüşünü, metafizik bir birlik kavramını kabul eder:
“Benim yerim yersizlik, benim izim izsizliktir.
Ten ve tin de değildir, çünkü ben Sevgilinin canındanım
İkiliği kaldırıp attım, gördüm ki tektir iki dünya
Benim aradığım Odur, bildiğim Odur, gördüğüm Odur, çağırdığım Odur
O ilktir, O sondur, O dışarıdadır, O içeridedir
Bildiğim tek Odur Ya Hu, Ya Hu insan!
(…)
Eğer hayatımda bir kere bile Sensiz bir an geçirmişsem
Şu an ve şu saatten itibaren hayatım için tövbe ediyorum.”
Bu yolda aşk, “iç idrak anlamında insanların kalplerine ulaşmalı ve eylemlerini dönüştürmelidir”. Rumi’de aşk temel bir konudur. Diyor ki: “Zihin henüz bir adım atmaya karar vermeden, aşk yedinci göğe ulaşır.” ve “İnsan sadece söylenenleri düşünerek Allah’ı bulamaz. Akıldan önce kalbi tercih etmelidir.” Gmelch, akıl ve mistisizm arasındaki ilişkiyi ayrıntılı olarak işler.
Tasavvufta metafor ve mizah
Tasavvufi tecrübeler genellikle ceviz, balık, derya ve kuş gibi metaforlarla canlı ve anlaşılır hale getirilir. Örneğin ceviz metaforunda kabuk, cevizin içini koruyan dış ritüelleri, dogmaları, kanunları ve emirleri ifade eder. Sadece dış katmana yapışır, çekirdeğe nüfuz edemezseniz, hedefi kaçırırsınız. Yani Rumi’de öz önemlidir: “Kendini tanıyan Rabbini tanır.” ve “Sen denizde bir katre değilsin, bir katrede uçsuz bucaksız denizsin.”
Coleman Barks, Rumi’nin popülaritesinin iki nedenini şöyle açıklar: “Rumi’nin şiirindeki mizah anlayışı insanlara ilham veriyor.” ve “İnsanlar gerçekten insani olan bir şey arıyor.” Gmelch’e göre mizahsız din tehlikeli de olabilir:
“Rumi hem dünyevi hem de Allah ile ilgili, aynı zamanda da mizahi bir mistisizmin ustasıydı: Son derece karizmatik, içsel olarak özgür olup katı bir geleneğe de bağlı değildi. Ortodoks tutuculuğuna, literalist dogmaya ve fanatik militanlığa karşı etkili bir panzehir olarak ‘katı gelenek’in temsilcileri tarafından şiddetle reddediliyordu.”
Sufi mistisizmi ve musikisi
Eserde sadece musikinin teknik kısmı üzerine değil, özel ses yapıları, makam ve enstrümanlar hakkında da ayrıntılı bilgiler veriliyor: Metnin, ritmin ve şarkı söylemenin mükemmel bileşimi dinleyicileri kendinden geçirir. Şarkıcılarda Allah, peygamber ve Allah aşkı övülür. Ve dinleyiciler derin bir huzur, teselli ve içsel rahatlama hisseder.
Tasavvuf musikisi sayesinde kişi sosyal tabakalarda oluşan önyargıları ve sınırları aşabilir ve yaratıcı ile varlık arasındaki sınırı kaldırabilir. Musiki ruhu sayesinde kendilerini seküler agnostik olarak gören Batılı konuklar arasında bile büyülenen dinleyiciler bulunur.
Musiki dilinde dünya, birçok sesten oluşan devasa kozmik bir konser gibidir. Dervişlerde musikinin önemini yazar şöyle özetler: “Musikinin bir terapi olarak kullanılmasına Orta Çağ İslam tıpçıları aşinaydı. Rumi, aşkı, arp ve ud sesinin her zaman tınladığı, pencere ve çatısının tamamen şarkı ve melodilerden oluştuğu bir ev olarak tanımlar. Musiki, sadece sanatın kültürel olarak estetik bir ürünü değildir, mistikler için her yerde rastlanabilir: Kendi bedenlerinde, semada ve doğada; suyun akışında, rüzgârın uğultusunda, kuşların cıvıltılarında, deryanın dalgalarında veya yağmur damlalarının yere çarpmasında. Musiki, tüm varlığa nüfuz eder. Sevinç ve üzüntü, acı, kayıp ve mutluluk gibi insanların temel duygularını ifade eder.”
Rumi, insan ruhunu aşkın ilahi prensibine yükselttiği için ney’i över. Onsuz tasavvuf düşünülemez. Kulağa duygusal gelir, rahatlatıcı bir ruh hali ve dine saygılı bir tutum oluşturur.
Gmelch, Rumi’nin ney felsefesini ayrıntılı olarak tasvir eder: “Dinle bu neyi ki şikâyeti vardır, ayrılıklardan hikâyesi vardır.” Yani bir ayrılığın hikâyesini anlatır. Tıpkı neyin kamışlıktan kesildiği gibi, insan da Allah ile olan eski birlikteliğinden koparılıp dünyevi hayata, sanki sürgündeymiş gibi, yitirilmiş bir cennete atılır. O zamandan beri cennetin ötesinde bir aşk ve özlem, ağıt ve hayal, kayıp ve teselli söz konusudur. Başka hiçbir enstrüman ney kadar bunu temsil edemez. Klasik eski çağlarda bile Frigya neyinin ağıtı meşhurdur.”
Sufi tarikatları ve siyasi otorite
Gmelch’in Sufilerin yıllarca selefi-cihatçı örgütler tarafından hedef alındığını vurgulaması ilginçtir: “Bu özellikle Pakistan, İran, Mısır, Mali ve Somali’nin yanı sıra Vehhabi Suudi Arabistan’da olmaktadır. Orada, otoriteye itaat etme istenir ve din, siyasi gücü korumak için araçsallaştırılır.” Ama ilgili ülkelerdeki bir Sufi tarikatı yöneticilere sadakatini gösterirse Türkiye’deki gibi bir kazan-kazan durumu ortaya çıkar.
Yazara göre “Din ile askeri-stratejik, ekonomik ve siyasi çıkarlar, etki alanlarını büyütmek veya sağlamlaştırmak amacıyla iç içe girmiştir. Kendilerini meşrulaştırmak için seküler veya dini aktörler Tanrı’nın otoritesini kullanırlar. Böylece eylem ve tutumları, tamamen başka düşünce veya inançtaki muhaliflerin eleştirilerini bastırmak için kutsal bir şey gibi deklare edilir. ‘Tanrı böyle istiyor.’ sadece Haçlıların sloganı değildi. Daha sonra ‘İsa emrediyor! İsa kazanır!’ ve Müslümanlar için de ‘In sch a’llah,’.” Bir ideoloji gibi algılandığı ya da devlet otoritesinin aracı olarak konumlandırıldığı devletlerde din, her zaman siyaset üzerinden yorumlanır. Aslında Tanrı otoritesini kendi otoritelerinin güdümüne almaları da tam bir paradokstur.
Velhasıl tarihin yükü ve dinler arası sınırlar ancak içten diyalog yoluyla aşılabilir. Yazar, yumuşak bir dil ve örneklerle bu noktayı vurguluyor. Birçok ‘başka mekân’da bizzat bulunarak okuyucularını zengin tecrübeleri ve arka plan bilgisi ile edebi bir yolculuğa çıkarıyor. Farklı kültürlerden ve dünya görüşlerinden insanlar birbirlerinden çok şey öğrenebilirler. Ama nasıl? Zihnimizde ön kabullerden oluşan sınırları aşmaksızın bu mümkün olmazdı. Kişi, ufkunu zenginleştirmek ve değişime de açık olmak istiyorsa, konfor alanından çıkma cesareti gösterebilmeli ve muhtemel psikolojik korkuların üstesinden de gelebilmeli.
Gmelch, sloganını bir bakış açısı olarak post-modernizmin temel bir paradigmasından alıyor: “Ne dini ne de seküler, sadece manevi”. O, tasavvufu başka dinden insanları daha derinden anlama ve dinlerin içinde bulunduğu çıkmaz sokaktan bir çıkış yolu bulma fırsatları açısından zengin bir buluşma alanı olarak görür. Sunduğu manevi hayatı da kendince gözler önüne serer. Genel anlamda diyalog, kendine özgü ve farklı dini veya seküler dünya görüşlerinden insanlar arasında olacak bir aksiyondur şüphesiz. Belli ki tasavvufi hissedişler, zannedilen ve gözlemlenenin aksine dindarlar arası diyalog için ortak payda olma potansiyeli taşımaktadır.
Ama bu yöndeki ilk adım galiba karşı karşıya duran sandalyelerden birine oturma ve muhatabıyla samimi sohbetler yapma arzusuna ve cesaretine sahip olmak. Yüzyılları bulan zaman aralığına rağmen Goethe’nin Hafız ile, Gmelch’in de Mevlâna ile gerçekleştirdiği entelektüel, estetik, etik yörüngeli içten diyalog günümüz insanları arasında da mümkün olabilseydi keşke.
Muhammet Mertek