İnsan, hayatta kolayca elde edilemeyen bazı becerilere ihtiyaç duyar. Düşünerek hareket etmek ve sorgulayıcı bir zihin yapısına sahip olmak belki de bunların başında gelir. Peki, -özellikle geleneksel olan ve kişinin içinde büyüdüğü- norm ve değerlerle bilinçli bir şekilde ilişki kurmayı nasıl başarabiliriz?
Amacım, Müslüman zihniyeti bağlamında gözlemlenen bir olguya dikkat çekmek: Bazı Müslümanlar dini kimliklerini öne çıkarırken ve dışarıya dindar bir görünüm sergilerken, etik açıdan şüpheli ya da çelişkili davranışlar içine girebiliyorlar. Savunulan değerlerle çelişen bu tür davranışlar yalnızca Müslümanlara özgü de değildir; benzer eğilimler diğer toplumsal gruplarda veya dini topluluklarda da göze çarpabilir. Ancak ben Müslümanlar arasında sıkça gözlemlediğim için özellikle bu sosyal çevredeki zihniyete odaklanmak, bazı somut örnek ve kavramlar üzerinden konuyu incelemek istiyorum.
Uzunca zamandır öz eleştirel ‘reflektif’ bir tutumun ne anlama geldiği ve bunu neyin mümkün kılabileceği konularıyla yoğun şekilde meşgul oldum. Ancak ‘öz belirleme’ sayesinde bireyin kendine güven veya öz değer duygusu (öz saygı) kazanabileceği, reflektif bir düşünme ve davranış biçimine ulaşabileceği sonucuna vardım.
Yeri gelmişken Türkçede pek yaygın olmayan iki kavramın anlamlarını kısaca anımsatalım: Refleksiyon; düşünme, düşünmeyi düşünme, tefekkür, kendi üzerine düşünme, denetimli düşünme, düşünsel sorgulama vs gibi sözcük ve kavramlarla ifade edilmeye çalışılsa da Türkçede tam karşılığının henüz yerleşmediği söylenebilir. Aslında refleksiyon, düşünerek kendi düşüncelerini, duygularını, davranışlarını ve yaşantılarını değerlendirme ve sorgulama sürecidir. Örneğin, öğrenme bağlamında refleksiyon, öğrenme üzerine düşünerek sadece bilgi toplamak değil, bilgiyi işlemek, anlamlandırmak ve kendini geliştirmektir.
Öz belirleme (Selbstbestimmung) ise kısaca bireyin kendi düşünceleri ve istekleriyle, dış baskı olmaksızın seçim yapabilme becerisidir. Kendi istek, ihtiyaç ve değerlerinin farkına varmak, bilinçli-özgür kararlar verebilmek ve kendi eylemleri için sorumluluk üstlenmek gibi kişilik gelişiminin ve davranışların ortaya çıkmasının arkasında yatan içsel süreçleri içerir.
Dindar olmak ve hırsızlık
Dini ritüellere büyük önem veren bazı Müslümanların -inandıklarını ve savunduklarını söyledikleri etik değerler açısından- iş yaşamlarında her zaman dürüst olmadıkları, hatta zaman zaman aldatıcı ya da sahtekârca davrandıkları gözlemlenmektedir. Kimileri için amaç, bazen araçları da meşrulaştırabilmektedir. Bu deyim bana bir arkadaşımın anlattığı, üzerinde derince düşünülesi bir olayı hatırlattı. Arkadaşım, tanınmış bir akademisyen ve yazar olan bir profesörden bahsetmişti. Çalışmalarında büyük bir ‘tebliğ’ arzusu taşıyan dindar bir Müslümandı. Uzun yıllar boyunca bilim, din ve kültür konularını işleyen bir Türk dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmıştı. Derginin temel amacı, çeşitli mesajlarla Yaratıcıyı ve kutsal kabul edilen her şeyi ön plana çıkarmaktı. Profesör, evrende tesadüfe yer olmadığına ve her olayın ardında derin bir hikmet bulunduğuna inanıyordu. Yayınlarının maksadı, okuyucuların bu hikmetleri fark etmeleri, imanlarını güçlendirmeleri ve Allah’a olan ibadetlerini derinleştirmeleriydi.
Yıllar önce arkadaşım bu profesörle birlikte Frankfurt Kitap Fuarı’nı ziyaret eder. Orada o zamana kadar aklının ucundan geçmeyecek bir olay yaşar. Yıllarını evrendeki ilahi hikmetleri araştırmaya adamış bu profesörle birlikte bilet almak için kayıt masasına gider. Basın kartlarını göstererek ücretsiz giriş bileti için başvururlar. Görevli kadın sırtını dönüp işlemleri halletmeye çalışırken, profesör bir anda masanın biraz alt tarafında bulunan biletlerden bir tomar alır; yaklaşık 20-25 bilet. Arkadaşım şaşkınlıkla, “Ne yaptın abi?” diye sorduğunda, profesör hiç oralı bile olmaksızın gayet rahat şekilde “Türkiye’den gelen arkadaşlara veririz” der. Arkadaşım donakalır. Bu, açıkça hırsızlıktı. Ancak onu asıl meşgul eden soru şuydu: On yıllarca İslam’ın değerleriyle, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in hikmetli sözleriyle meşgul olan biri, nasıl olur da onu hırsızlıktan alıkoyacak bir etik duruş veya davranış geliştiremez? Savunulan değerlerin aksine, ona göre belli bir amaca ulaşmak için her yol mubah mıydı? ‘Allah korkusu’ niçin burada devreye girmemişti? Daha şaşırtıcı olan ise; bu kadar donanıma sahip bir profesörün nasıl böyle bir davranışta bulunabildiğiydi?
Olay tam da şu tezimi teyit eden cinsten: Dışsal belirlemeye dayalı olarak kişide oluşan normlar ve değerler, tek başına hayata geçirilmesi için yeterli değildir. Yani sadece hırsızlığın etik dışı olduğunu bilmek ya da dürüst olma arzusu taşımak, gerçekten ahlaki davranmak için yeterli gelmemektedir. Değerler ve normlar, ancak bireyin onları bilinçli ve sorgulayıcı bir süreçte içselleştirmesiyle pratiğe aktarılabilir. Eğer profesör, etik ilkeleri öz eleştirel refleksiyon ve öz bilinçle sorgulayarak içselleştirebilseydi, belki de böyle çirkin bir davranışa yönelmezdi.
Bazı Müslümanlar, her alanda sürekli dini argümanları kullanır, her olayı İslam ile irtibatlandırır veya dini yorumlarla açıklamaya çalışır. Ancak aynı kişilerin demokratik temel değerlere şüpheyle yaklaşmaları, onları samimiyetle savunmamaları, etik ve hümaniter değerleri kalıcı bir tutum haline getirememeleri üzerinde durmaya değer bir husustur. Ayrıca bu tür kişiliklerin çoğu zaman hukukun üstünlüğü, insan hakları, çoğulcu düşünme ve hümanist etik gibi kavramlarla en fazla stratejik ve dil ucuyla yüzeysel bir ilişki kurdukları da bilinir. Peki, bu durum nasıl oluşmaktadır?
Bu tür kişiliklerde Kur’an ve hadis gibi kaynaklar veya ulema gibi dış otoriteler tarafından belirlenen norm ve değerlerin sorgulamadan benimsendiği; yani kişilerin dışsal bir belirlemeyle yönlendirildiği gözlemlenir. Bu durumda ise özgür düşünme eksik kalır, kişi kanaatlerini sorgulayarak öğrenme yerine pasif bir tutum sergiler. Böyle bir tutum, normatif bir konformizm olarak da adlandırılabilir. Çünkü konfor alanında bireysel davranış ve kararlar üzerine derinlemesine düşünmeyi sağlayacak özgürlük alanı kısıtlıdır. Dışsal belirlemeyle Allah’a iman artsa da bireysel akıl daha az özgür ve özerk işler. Kendi tutum ve davranışlarının sorumluluğunu üstlenme (öz sorumluluk) bilinci eksik kalır. Sorumluluk, -bilinçli veya bilinçsiz- doğrudan kişinin kendini yönlendirdiği ve zihni(yeti)ni büyük ölçüde şekillendiren otoritelere yüklenir.
Normatif kural ve değerler, kutsal kaynaklarla temellendirildiğinde birçok Müslüman -hatta genel olarak diğer inançlardan insanlar- tarafından çok daha kolay kabul edilir. Ahlaki ve teolojik bir konfor alanı oluşturan bu kurallar, dindarlar için anlam kazandırıcı bir işlev de görür. Ama bu durum, verilen, belki de -edilgen bir şekilde- kabul ettirilen norm ve değerlerin herkeste her zaman istenilen nitelikte içselleştirilerek pratiğe dönüştürülebileceği anlamına gelmez. Kendi inanç değerlerini edinmedeki refleksiyon eksikliği, içsel bir bilgeliğin gelişmesini, yani değerleri içselleştirmesini engelleyebilir. Bu da bireyin inancı, dünya görüşü ve varoluşu üzerine daha derin düşünme ve idrak süreçlerini zorlaştırır.
Dışsal belirleme ve dışsal değer algısından öz belirlemeye
Hangi kültürden gelirse gelsin herkes gibi Müslümanların da öz belirlemeyi temel alan, sorgulayıcı bir düşünme tarzı geliştirmeleri kaçınılmaz. Bu düşünme tarzı sayesinde bilinçli bir öz belirleme ve reflektif bir eylem veya tutum becerisi kazanılabilir. Aslında bu, dışsal belirleme ve dışsal değer algısı (Fremdwertgefühl) eşiğini aşmak gibi çeşitli engellerle şekillenen zihinsel bir yolculuk sürecidir. Yani bir zihinsel olgunluk, derin bir idrak seviyesine ulaşma yolculuğu… İslami literatürde bu hedef ‘insan-ı kâmil’ kavramıyla nitelendirilir.
Bu yolu ve ona ait unsurları aşağıdaki grafikle açıklamaya çalıştım:
Bilinç eşiği, dışsal belirleme ile öz belirleme alanını birbirinden ayırır ve bir bilinç dönüşümüne ulaşmak için bunun aşılması gerekir (bkz. kırmızı çember). Bu içsel sıçrama, teolojik ve normatif içeriklerle öz eleştirel bir şekilde, yeni, mesafeli ve reflektif bir perspektifle yüzleşerek gerçekleşir (bkz. kıvrımlı siyah ok). Ancak bu niteliksel düşünce değişimi, geçmişten gelen gelenek ve ön kabullerle aşamalı bir biçimde yüzleşmeyi ve bireysel bir duruş geliştirmeyi mümkün kılar.
Her insan, bu gelişim süreci içinde kendine özgü bir konumda bulunur. Bazıları dışsal belirlemeye takılı kalırken, bazıları öz belirlemeye doğru ilerlemeye başlar. Ancak bilinç sıçramasını gerçekleştiren kişi, gerçek bir bakış açısı değişimi yaşayabilir ve dışsal belirlemenin ötesinde düşünebilir. Etik talepleri yalnızca dışarıdan gelen kurallar olarak görmez; bunları içsel bir ikna ve bilinçle yaşamaya başlar. Değerlerle ilgili refleksiyon, böylece kişinin benliğinin parçası hâline gelir (bkz. kesik çizgili ok). Bunu gerçekleştiremeyen birçok Müslüman, sadece dışsal belirleme alanında kalmayla yetinir.
Dışsal belirleme eşiğini aşan kişi ne kazanır: Öz belirlemeye dayalı düşünme ve eylem yeteneği artar. Bu süreçte farkındalık, refleksiyon, öz bilinç ve güçlü bir öz değer duygusu ön plana çıkar. Farkındalık, zihinsel olgunluk için temel bir koşuldur; çünkü dünyayı, duyguları ve düşünce kalıplarını net ve şefkatli bir şekilde görmeyi sağlar. Zihinsel alan (Geist), zihinsel yetilerin bütününü kapsar ve bu alanın işletim sistemi yani software’i de kültürdür. Aklımız (Verstand) ise, bu alanın mantıklı, rasyonel düşünebilen ve bilinçli şekilde anlayabilen parçasıdır. Düşünsel sorgulama veya refleksiyon, kişinin kendi düşüncelerini, eylemlerini ya da kavramlarını değerlendirdiği zihinsel bir süreçtir. Bu sayede birey, düşünce ve duygularını sorgulayarak kendine dair daha derin bir anlayış geliştirir. Kendi yargılarının ve eylemlerinin sorumluluğunu üstlenir. Norm ve değerleri, kendi kavrayışı ışığında basiretle değerlendirmeye başlar. Bu yolda yürüyen kişi, grafik merkezindeki ideal olan “reflektif düşünme ve eylem” alanına yaklaşır. Farkındalık ve refleksiyon sayesinde gelişen öz saygı, kişiyi dışsal değer algısının etkisinden kurtarır.
Dışsal değer algısı ile aşağılık duygusu arasındaki bağlantı
Bir insan sürekli dışsal olarak yönlendirilmiş bir hayat yaşadığında zamanla kendi iç sesini duymayı unutur. Belki otoriter rejimlerdeki düşük ahlak yaygınlığını izah eden sebeplerden biri de bu olabilir. Bir Müslüman daha çok Kur’an ve hadislerden aforizmalar ile dinî otoriteler gibi dışsal kaynaklara kulak verir. Bu da iç sesinin (vicdan ve aklın) denetiminin ihmal edilmesi veya baskılanması ile sonuçlanabilir. Kendi öz değerini, dış otoritelerin koyduğu kurallara ne kadar uyduğuna göre tanımlar ki bu da tamamen göreceli bir etik duruş ile sonuçlanır. Dışsal yönlendirme, dışarıdan gelen değerlendirmelere bağımlılık yaratır, öz değer duygusu ve (Selbstwertgefühl) refleksiyonu zayıflatan bir ‘dışsal değer algısı’ oluşturur.
Dindar bir ailede yetişen Müslüman bir kız öğrencinin, ailesinin isteğiyle başörtüsü takması, düzenli namaz kılması ve bazı sosyal ilişkilerden uzak durması buna örnek olarak verilebilir. Zira bu kız, söz konusu beklentileri kendi kararıyla değil, ailesine karşı duyduğu görev duygusu ve sosyal dışlanma korkusuyla yerine getirir. Kendisi inançlı olsa da bu kız kendini özgür hissedemez. İtiraf etmese de dini ritüelleri aslında baskı ve dışlanma korkusuyla yerine getirir.
Dahası dinî yükümlülükler refleksiyon, farkındalık ve bireysel kabullenme olmaksızın sadece dışsal belirlemeyle dayatıldığında bu kurallar içsel değerini yitirir. Kişinin ‘Allah katındaki değeri’ artık içsel olarak hissedilmez; kimliği, ailesinin ya da topluluğun yargıları ve değerleriyle şekillenir.
Bu bağlamda öz saygı ile aşağılık duygusu arasında doğrudan bir ilişki olduğu söylenebilir. Aşağılık duygusu genellikle aşırı derecede gelişmiş bir dışsal değer algısından doğar. İnsanlar kendi değerini büyük ölçüde başkalarının görüşlerine ve onayına göre belirlediklerinde, bu durum öz saygıyı zayıflatır, onları eleştiriye ve dışlanmaya karşı savunmasız hâle getirir. Sürekli dış onaya duyulan ihtiyaç, zamanla kişinin kendi fikrini oluşturmasını engeller ve içsel güvensizlik oluşturur. Sağlıklı bir öz saygı geliştirebilmek için, içsel öz kabul ile dış onay ihtiyacı arasında denge kurulması gerekir. Bu denge, bireyin hayatı üzerinde yeniden kontrol kurmasını ve kendi değerleri ile güçlü yönlerine odaklanmasını sağlar. Böylece zihinsel bir reşit olma hali de gerçekleşir.
Sonuç olarak, reflektif düşünme ve eylem yalnızca eğitimle ya da yaşla elde edilmez. Bu, bilinçli bir içsel gelişim ve büyüme sürecidir. Bu büyüme, içsel berraklık ve irfan sağlayan çeşitli spritüel (ruhsal ve manevi) yöntemlerle desteklenebilir. Böyle bir bilgi ve deneyim sayesinde, reflektif bir düşünme ve eylem imkânı doğar; dışsal yönlendirmeyle içsel tutumlar arasındaki fark görünür hâle gelir. Fakat cesaret, öz eleştiri ve alışılmış düşünce kalıplarını terk etme gibi beceriler kazanmadan bu yola girmek kolay değildir.
Öncelikle bu başarıldığında Müslümanlar; teolojik-ahlaki, felsefi ve sosyo-politik alanlarda birçok sorunu çözebilir. İçsel dünyalarına daha çok odaklanarak, manevi dönüşümlerini hızlandırabilir. Özellikle çocuk eğitimi alanında bu sorgulayıcı yaklaşım devrim niteliğinde olabilir. Sadece dış veya üst kimliğe değil, çocukların karakter eğitimine, değerler seti edinimine, içsel denetim ve kontrol etme becerisinin gelişimine odaklanılabilir. Dinin veya teolojik verilerin de ötesine geçerek bilimsel araştırmalar, sanat, felsefe, psikoloji ve pedagojik alanlarla da ilgilenildiğinde zihinsel ve kültürel anlamda çok yönlü gelişmeler sağlanabilir. (Bu bağlamda İslam tarihi ve temel İslami kaynaklarla yüzleşmenin kaçınılmaz olduğunu da hatırlatalım. Nitekim bu kaynakların bugüne kadar oldukça anakronik ve tek taraflı ele alındığı biliniyor.)
Ancak böyle bir bir zihinsel olgunlaşma ve özgürleşme süreci, daha dolu ve anlamlı bir yaşamı beraberinde getirebilir. Çünkü en başta bireyin akıllıca kararlar almasını ve deneyimlerinden öğrenmesini sağlar. Kendi hayatına, dışsal belirlenen kurallara ve değerlere, hemcinslerine ve doğaya yönelik sorgulayıcı ve bilinçli bir yaklaşım geliştirebilmesi için, öz eleştirel refleksiyon ve otonom bir öz bilinç yetisine ihtiyaç vardır.
Bu yolculuk ömür boyu süren bir süreçtir ve atılan her adım çok kıymetlidir!