Türk-İslam Sentezi, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal, toplumsal ve kültürel yapısı üzerine etkili olmuş bir ideolojidir. Türk milliyetçiliği ile İslam’ın birleştirilerek toplumsal dayanışma ve ulusal kimlik oluşturma amacına hizmet eder. Aslında temelleri sağlam bir felsefi doktrine oturmayan, din ve milliyetçilik kavramlarını siyaseten ve bazen de zorlayarak birleştirme çabasıdır. Fakat felsefi temelde birbirlerine karşıt bir pozisyon alabilecek potansiyele de sahipler, dindar bir Müslümanın milliyetçi olamayacağı gibi.
Türk-İslam Sentezi, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ortaya çıkan modernleşme ve kimlik tartışmalarının bir sonucu olarak gelişir. Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi fikir akımlarının birbirleriyle çatışması ve şekillenmesi, Cumhuriyet Dönemi’nde bu sentezin oluşumuna zemin hazırlar. Cumhuriyet’in ilk yıllarında öne çıkan seküler ulus-devlet yapısı, 1950’lerden itibaren köyden kente göçün artması ve İslam’ın toplumsal hayatta daha belirgin bir yer edinmesiyle yeniden güncellenir. 12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra askerî yönetim tarafından toplumsal birlikteliği sağlamak ve sol düşünceye karşı muhafazakâr bir ideoloji oluşturmak için resmi olarak benimsenir.
Bu dönemde Osmanlı-Türk modernleşmesinin sancılarıyla birlikte sekülerleşme ve geleneksel değerler arasındaki gerilim artar. Türk-İslam Sentezi, bu gerilimi çözümlemek için İslam’ı ulusal kimliğin bir bileşeni haline getiren bir yaklaşım sunar; toplumsal ve kültürel aidiyetin güçlendirilmesi bağlamında etkili olur.
Sınırları net bir felsefi çerçeveye oturmasa da siyasal çevrelerde ve entelektüel düşüncede önemli bir yer tutar. Başta Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olmak üzere Türkiye’de sağ kulvarda siyaset yapan bütün partilerin söylemlerinde vurgulanır. Bu makalede, kısaca tarihsel arka planı, ortaya çıkışı, fikir mimarları ve etkileri ele alınacaktır.
Ortaya çıkışı ve siyaseten kullanışı
Türk-İslam Sentezi, konjonktürel olarak Türk ve İslam kavramlarını antikomünizmin payandası ve popüler söylemi olarak yeniden üretecek bir ideoloji oluşturma gayretidir. Geçtiğimiz yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti’nin aydınların ve devlet adamlarının zihinlerinde var olan kurtuluş reçetelerini, Yusuf Akçura 1904 yılında Mısır’da yayınladığı ‘Üç Tarz-ı Siyaset’ adlı ünlü makalesinde Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük olarak özetler. Osmanlıcılık siyasetini eleyen Akçura, diğer ikisi arasında, birisi lehine diğerini tamamen elemenin imkansızlığını samimi olarak itiraf ederek yazısını şöyle bitirir: “Hulasa, öteden beri zihnimi işgal edip de kendi kendimi ikna edecek cevabını bulamadığım sual yine önüme dikilmiş cevap bekliyor; Müslümanlık, Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı Devleti için daha yararlı ve kabil-i tatbiktir?”
Türk milliyetçiliğinin İslam’la bütünleştirilip milli bir kimlik inşa edilerek devletin bekasını sağlama görüşü baskın gelir. Amaç toplumun kalitesini yükseltmek değil, bir kimliği şekillendirmektir. Dolayısıyla Türkiye’de siyasi mücadeleler de genellikle kimlik üzerinden yürütülür. 1960 ve 1970’li yıllarda İslamcı ve milliyetçi düşünürler arasında geliştirilen bu düşünce, sağ siyaset ve toplumsal muhafazakârlığı birleştiren bir ideolojik taban sunar. Ancak burada ‘Türk-İslam Sentezi’ kavramının Türk toplumunda felsefi bir sistem yerine geleneksel inancın olmazsa olmaz bir parçası olarak görülmesi ilginçtir.
Aydınlar Ocağı, 1970 yılında Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr bir düşünceyi savunmak amacıyla kurulur. Kuruluşunda ve faaliyetlerinde İbrahim Kafesoğlu, Nevzat Yalçıntaş, Erol Güngör ve Ahmet Arvasi gibi akademisyen ve düşünürler öncülük eder. Türk-İslam Sentezi, ilk kez Aydınlar Ocağı tarafından sistematik biçimde işlenir ve 1980 sonrası devlet politikaları üzerinde etkili olur. Tarihsel açıdan bakıldığında, Sentezin sadece bir ideoloji olarak değil, aynı zamanda toplumsal dayanışma ve kimlik arayışının bir sonucu olarak geliştiği de söylenebilir.
Devletin varlığı ve bekası
Genel olarak Türk-İslam Sentezi, toplumsal hayatı düzenlemeyi, bireyin çıkarlarını ve mutluluğunu öncelemez. Bu kavram daha çok devleti kutsallaştırma, onun varlığının devam etmesi için birey ve toplumun her türlü fedakarlığı yapması gerektiğini vurgulayan siyasi bir sistem kurmak için üretilir. Bilindiği gibi Hegel, devleti “Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşü” olarak nitelendirir ve dünyevi bir tanrısallık olarak hürmet gösterilmesi gerektiğini söyler. Bu görüş, Türk-İslam Sentezcilerinin devlet tasavvuru hakkında detaylı bilgi verebilir. Ayrıca konuyla ilgili sıkça telaffuz ettikleri mottolarından olan ‘ebet-müddet devlet’ kavramı, devlete atfedilen dünyevi tanrısallığın işareti olarak da yorumlanabilir. Aynı şekilde ‘din ü devlet’ tabiri de bir arada söylenegelen iki kavramdan daha fazlasına göndermede bulunur. Bunlar, her ikisi de kutsal olan, hatta birbirlerinin desteğine ihtiyaç duyan, çoğu defa birbiri yerine de geçebilen iki kavramdır.
Dolayısıyla ‘milli devlet’ olduktan sonra, bir devletin ister monarşiyle ister seçim sistemiyle isterse başka bir rejimle yönetilmesi Türk-İslam Sentezcileri açısından temelde bir farklılık oluşturmaz. Günümüzün çok partili sisteme dayalı devlet rejimi, somut milli iradeyi yönetime taşıma potansiyeliyle Türk töresine ve İslam dinine daha uygun sayılır. Bundan dolayı da Sentezciler tarafından kötü görülmez.
İşte bu perspektiften bakıldığında Sentezcilere göre esas olan devlettir; ancak din de kullanılarak devlet kutsiyeti daha da arttırılır. Hatta “Vatan sevgisi imandandır” gibi zayıf bir hadise dayandırılarak dini unsurlarla meşrulaştırılmaya çalışılır.
Türk-İslam Sentezi, iki temel eksen üzerinde yükselir
- Tarihsel derinlik: Yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran son dönem Osmanlı politikacıları ve entelektüelleri, Türk milliyetçiliğini savunmakla birlikte İslam’ın toplum hayatındaki yerini sert politikalarla ortadan kaldırmayı amaçlar; oldukça başarılı da olurlar. II. Dünya Savaşı sonrası soğuk savaş döneminde Türkiye’de tek parti iktidarının gücü zamanla zayıflar. Savaşı kazanan ittifak, Türkiye’deki siyasal iktidara doğrudan ve dolaylı olarak demokrasiye geçilmesinde baskıda bulunur. Eski bir ittihatçı olan Celal Bayar ve Adnan Menderes liderliğinde kurulan Demokrat Parti toplum üzerindeki siyasal baskıyı kaldırır ve halkın geleneksel din anlayışına izin verir. 1960 yılında yapılan askeri darbenin önde gelenlerinden Alpaslan Türkeş tarafından 1969 yılında MHP’nin kurulması ile bu sentezin politik ayağı netleşir. Türk-İslam düşüncesi, toplumun muhafazakâr katmanında gittikçe yaygınlaşır. Öte yandan Sentez, Türk milletinin İslam’ı benimsemesiyle oluşturduğu kendine has medeniyetin bir sonucu olarak görülmeye başlar. Böyle bir sentezle Osmanlı’nın “millet sistemi” gibi uygulamalarına ve Türklerin İslam’ı taşıyıcı rolüne referans verilir.
- Modernleşme ve tepki: Türk-İslam Sentezi, Batılılaşma hareketlerinin yarattığı kimlik krizine bir çözüm olarak ortaya çıkar. Batı’yı tamamen karşısına almak yerine milli ve dini değerleri koruyarak modernleşmeyi savunur. Ancak muhafazakâr kesimler için yer yer Batı karşıtlığına da varan bir direnç mekanizması sunar.
Öyle ki Ahmet Arvasi yazılarında Türk milletinin ‘mazlum milletler’ için rehberlik edecek bir İslam anlayışını sıkça dile getirir. Özellikle ‘Türk-İslam Ülküsü’ kavramıyla bu sentezin teorik altyapısını oluşturur ve İslam’ın Türk kimliğinin ayrılmaz bir parçası olduğunu vurgular. Ona göre Türk milletinin tarihi misyonu İslam’ı en ideal şekilde temsil etmektir. “Türk milleti, asırlardan beri, İslamiyet’i, hem bir ‘din’, hem de bir ‘ideoloji’ olarak benimsemiş, kültür ve medeniyetini, bu ruh ve iman ile yoğurmuş bulunmaktadır.” der.
Benzer şekilde Erol Güngör de eserlerinde modernleşmenin ancak milli ve manevi değerler ışığında başarılı olabileceğini işler. Akademik kimliğiyle Türk-İslam Sentezinin sosyolojik temellerini atan isimlerden biridir.
Nurettin Topçu, ahlaki ve manevi değerlerin modernleşme sürecinde korunması gerektiğini vurgular. “Hareket Felsefesi” ve “İsyan Ahlakı” gibi eserlerinde, İslam ahlakının Türk milletinin karakterini şekillendiren ana unsurlardan biri olduğunu ifade eder. Avrupa kültürü ve endüstrileşmesine mesafeli yaklaşır. Topçu’ya göre, milli kimliğin manevi bir temele dayanması, toplumsal yozlaşmayı önlemenin anahtarıdır.
Türk-İslam Sentezinin kültürel ve siyasi boyutlarına büyük katkı sağlayan önemli kişiliklerden biri de tartışmasız Necip Fazıl Kısakürek’tir. ‘Büyük Doğu’ ideolojisi çerçevesinde, İslam medeniyetinin dirilişi ve bu dirilişin Türk milleti üzerinden gerçekleşeceği fikrini işler. Şair ve düşünür kimliğiyle Necip Fazıl’ın etkisi, özellikle sağ muhafazakâr siyaset üzerinde derin izler bırakır.
Ayrıca Türk kimliği ile İslam’ı birleştirme fikrine sıcak bakan Ziya Gökalp, bunu “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” üçlemesi ile ifade eder. Türk kimliğinin İslam’la harmanlanarak modernleşebileceğini savunmasıyla sentezin temellerine ilham verir.
Özellikle farklı kimlik ve dünya görüşlerine yeterince alan açmadığından dolayı Türk-İslam Sentezine yöneltilen eleştiriler de vardır. Kanaatime göre Türkiye’nin modern anlamda demokratikleşmesinin ve nitelikli bir hukuk devletine dönüşmesinin önündeki en büyük engelin bu Sentez olduğu söylenebilir. İslam kavramıyla muhafazakâr çevrede cemaat ve tarikatlar, ‘Türk’ kavramı etrafında da milliyetçi siyasi akımlar yaşam alanı bulur. Gelişmiş demokratik-hukuk devletlerdeki gibi evrensel değerler, insan hakları, basın ve fikir özgürlüğü, kuvvetler ayrılığına dayalı hukuk devleti bilinci yerine kimliği önceleyen ve devleti kutsayan ‘milli ve yerli’ bir anlayış halka eğitim ve medya yoluyla empoze edilir.
Türk-İslam Sentezinin toplumda yaygınlaşması
Türk-İslam Sentezi, çeşitli mekanizmalar aracılığıyla siyaset ve devlet yönetiminde belirgin bir yer edinir. Özellikle 12 Eylül 1980 darbesinden sonra devlet tarafından toplumsal birleştirici bir unsur olarak desteklenir. Cemaatler ve tarikatlar, bu ideolojinin toplumda yaygınlaşmasında ve siyasi bir tabanın oluşmasında önemli rol oynar. Dolayısıyla bu Sentezin toplumsal tabana yayılma süreçlerini, cemaatlerin bu süreçteki işlevi ve devlet yönetimine yansımalarını eleştirel gözle ele almak faydalı olur. Ayrıca bu yaygınlaşma sürecinde, eğitim sistemindeki reformlar, kültürel faaliyetler ve dini kurumların etkinliği de belirleyicidir.
Müfredatlarda yapılan değişiklikler ve zorunlu din dersi uygulaması, genç kuşakların Türk-İslam Sentezi anlayışı doğrultusunda eğitilmesine zemin hazırlar. Bu dönemde Türk milliyetçiliğinin İslam’la harmanlandığı bir kimlik inşası, devletin ideolojik bir tercih olarak benimsediği politikaların merkezine yerleştirilir. Ortaokul ve lise müfredatlarında Türk tarihinin İslam ile bağlantılı dönemlerine özel vurgu yapılarak İslam medeniyetinin Türk ulusunun kökenine ait olduğu iddiası bile öne çıkarılır. Nitekim 12 Eylül darbesi sonrasında ortaokullarda okutulan tarih ve coğrafya derslerinin ismi ‘Milli Tarih’ ve ‘Milli Coğrafya’ olarak değiştirilir.
Muhafazakâr ve milliyetçi basın da Sentezin yayılmasında çok önemli bir rol oynar. Özellikle gazete ve dergilerdeki yazılar, bu ideolojinin toplumda kabul görmesinde etkili olur. Necip Fazıl Kısakürek’in Büyük Doğu dergisi, bu dönemde öne çıkan yayın organlarından biridir. Eserlerinde sıkça dile getirdiği ‘Büyük Doğu ideali’, İslam’ın Türk toplumunun ruhsal dirilişi için temel bir unsur olduğunu savunur. Osmanlı geçmişine duyulan nostalji, bu yayın organları aracılığıyla yeniden canlandırılır.
Cemaatler ve tarikatların rolü
Türk-İslam Sentezinin toplumsal tabana yayılması önemli ölçüde cemaatlerle gerçekleşir. Dinî ve ahlaki değerler öne çıkarılarak sentez anlayışının özellikle alt ve orta sınıflar arasında kabul görmesi sağlanır.
Nakşibendi geleneği ve Nur cemaatleri, Türk-İslam Sentezi anlayışını destekleyen ve yaygınlaştıran yapılar olarak dikkat çeker. Sentezin hem dinî hem de milliyetçi yanını toplumda temsil ederler. Mehmet Şevket Eygi’nin yayımladığı gazete yazılarında “Türklük ancak İslam’la anlam kazanır” gibi ifadeler sıkça kullanılarak, bu ideolojik çizgiye vurgu yapılır. Cemaatlerin okullar, dershaneler ve vakıflar yoluyla oluşturduğu sosyal ağlar, bu anlayışın kalıcı hale gelmesine katkıda bulunur.
Cemaatler, siyasetle kurdukları ilişkiler aracılığıyla bu ideolojinin çok daha geniş kitlelere ulaşmasını sağlar. Mesela, Adalet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi gibi partiler, muhafazakâr tabanlarını güçlendirmek için cemaatlerle iş birliği yapar. Sosyolog Prof. Dr. Binnaz Toprak, “Cemaatlerin siyasal aktörler üzerinde etkisi, 1980’ler boyunca giderek daha belirgin hale gelmiştir” der. Özellikle kırsal kesimlerdeki seçmen tabanın mobilize edilmesinde cemaatlerin etkinliği tartışmasız bir şekilde artar.
Devlet yönetimine yansıyan noktalar
Türk-İslam Sentezi anlayışı, devletin ideolojik ve kurumsal yapısında da çeşitli değişimleri beraberinde getirir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi ve yetkileri artırılır. Vaaz ve hutbelerde Sentezin perspektifi öne çıkar. Böylelikle devlet ideolojik tercihini ortaya koyar. Prof. Dr. Mehmet Aydın’a göre “Diyanet, toplumu muhafazakâr değerlerle uyumlu hâle getirme aracı olarak kullanılmıştır.” Bu dönemde Diyanet, milliyetçi-muhafazakâr bir dil geliştirerek Türk milletinin İslam sayesinde güçlü bir ulus olduğu fikrini yaygınlaştırır.
1980 darbesi sonrasındaki süreçte askerî rejim, Türk-İslam Sentezini devlet politikalarına entegre eder. Milli Güvenlik Kurulu raporlarında “gençlikte ahlaki ve milli değerlerin canlandırılması” için bu görüşün gerekli olduğu belirtilir. Dolayısıyla okul müfredatlarında ve kamu kurumlarının işleyişinde de etkili olur.
Kültür ve sanat alanı da ihmal edilmez. Tarihî diziler, edebi eserler ve anma törenleri gibi faaliyetler, sentezin ideolojik çerçevesini pekiştirir. Örneğin, 1980’lerin sonunda TRT tarafından Kemal Tahir’in romanları çerçevesinde yayınlanan tarihî dizilerde Osmanlı-Türk kimliği ile İslami değerlerin iç içe geçtiği bir anlatı benimsenir.
Bu Sentez, sadece entelektüel bir akım olarak değil, aynı zamanda toplumsal yapı ve devlet politikaları üzerinde derin etkiler bırakan ideolojik bir anlayıştır. Cemaatlerin sosyal ve siyasi etkisi, bu anlayışın toplumda kalıcı hale gelmesini sağlar ve devletin ideolojik yapısına derinlemesine nüfuz eder.
Türk-İslam Sentezinin günümüzdeki yeri ve önemi
Türk-İslam Sentezi, Türkiye’nin toplumsal, siyasal ve kültürel yapısında uzun yıllardır etkili olan ideolojik bir çerçeve sunar. Milenyumun ilk çeyreğinde bu anlayış hem Türkiye’de hem de Avrupa’daki Türk diasporasında farklı şekillerde varlığını sürdürür. Yeri gelmişken Türk-İslam Sentezi’nin halihazırdaki önemine, Türkiye toplumundaki ve Avrupa’daki Türkler arasındaki etkilerine kısaca değinmekte de fayda var. Nitekim Sentezin Türk toplumunun bir dönüşüm geçirmesinde ve Avrupa diasporasında bir kimlik oluşturmasındaki rolü tartışılmaz.
Bu ideoloji, günümüzde muhafazakâr milliyetçi partilerin ve cemaatlerin söylemlerinde hâlâ güçlü şekilde dillendirilir. Milliyetçi-muhafazakâr tabanı, kültürel ve dinî değerleri Türk kimliğiyle harmanlayarak sözde ulusal birlik ve dayanışmayı teşvik etmeye çalışır. Toplum doğası gereği heterojen olduğundan bu tezin başarılı olması mümkün değil. Niçin?
Türk-İslam Sentezi, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) arasındaki ittifakta önemli bir ideolojik bağlayıcı unsur olarak öne çıkar. Cumhur İttifakı’nın söylemleri, sıkça Osmanlı mirasına, İslami değerlere ve Türk milliyetçiliğine referans yapar. Devlet Bahçeli’nin sık sık dile getirdiği “Türk’ün töresi, İslam’ın ışığıyla aydınlanır” sözü, Türk-İslam Sentezinin güncel politik retorikte nasıl yer bulduğuna tipik bir örnektir.
Din derslerinin müfredatta daha geniş yer bulması, eğitimde ve TV dizilerinde Osmanlı tarihine vurgu yapılması, gençlik organizasyonlarının millî-manevî değerlere odaklanması, bu anlayışın toplumsal tabanı sağlamlaştırmaya yönelik çabalarındandır.
Sosyal hayatta da millî bayramlar ve dinî günlerin birlikte kutlanması gibi pratiklerle kendini gösterir. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda düzenlenen etkinliklerde milli kimliğin yanında dinî temaların da işlenmesi, bu sentezin kamusal alandaki tezahürlerinden sayılabilir.
Türk-İslam Sentezi, Türkiye’de İslamcılarla milliyetçilerin ittifakıyla sonuçlandı; ancak toplumu tarihinde olmadığı kadar ayrıştırdı. Pratik edildiği son yüzyıl içinde kendini bir ulus devlet olarak tanımlayan Türkiye’nin çoğunluğunu oluşturanlar için bile birleştirici bir çimento olamadığı, hatta politik ayrıştırma ve kamplaştırma rolü oynadığı daha da belirginleşti. Devleti kutsayan bu tezin en büyük başarısı, sadece toplumsal çeşitliliği engellemekle kalmadı; hem İslam öncesi Türk inancı hem de İslam’ın devlete bakışı ile yorumlanarak birey hak ve özgürlüklerinin yeterince gelişememesine de yol açtı. Türkiye’nin gittikçe demokratik değerlerden ve hukuk devleti normlarından uzaklaşmasında ne kadar etkin olduğu bilimsel araştırma konusudur. Diğer taraftan ülkenin kurucu azınlığı olan Kürtleri ne kadar ayrıştırdığı üzerine de ayrıca etüt yapılabilir ve düşünülebilir. Türk ve Müslüman olmayan diğer azınlıkları tamamen ötekileştirdiği de bir gerçektir. Bu hakikatler ortada iken, bir modern sosyal-hukuk devleti olmak isteniyorsa, hukuksal ve etik humaniter değerlerden oluşan bir çimentoya ihtiyaç olduğu ortada. Ülkeyi oluşturan unsurların öncelikle kültürel kimlikleri ve alt aidiyet tanımlama gerekçeleri ve çabaları buna engel olmayacak bir içerik ve konumda olmalı, ama nasıl? İnsanlığın geldiği noktada bunun yolu çoğulcu, kuvvetler ayrılığına dayalı demokratik bir hukuk devletinden geçer. ‘Türk-İslam Sentezi’ tezine yaklaşım sadece bu açıdan değil daha birçok noktadan eleştirilebilir:
- İslam öncesi Türk devletlerindeki devlet ve devletin sürekliliği için hükümdarın gerekliliği ve kutsallığı da bu bağlamda tartışılabilir. Burada halkın yerinin nereye konumlandırılacağı önemli bir sorundur.
- Türk-İslam Sentezi ile siyasal İslam arasındaki ortak noktalar araştırılabilir.
- Devlet-i ebet müddet görüşünün Türklerin Müslüman olduktan sonra kurdukları devletlerde de geçerli olduğunun nedenleri üzerinde durmak gerekir.
- Türk denilince mutlaka Hanefi Müslüman olması bakış açısına göre ‘Türk ve Müslüman’ kavramlarını nitelendirme probleminin de incelenmesi kaçınılmaz. Bu bağlamda Balkanlardaki Gagavuz Türkleri ile Sibirya Türkleri Müslüman olmadığı için Türk sayılmaması gibi değerlendirmeler de eleştiriyi hak ediyor. Aynı zamanda Osmanlı Hanefi Müslüman Türk, İran’daki Safevi Şii Türk farklılığı da benzer şekilde sanki İran ne Türk ne de Müslüman gibi kasıtlı nitelemelerin nedenleri üzerinde de durulabilir. Çünkü bu mutlak ve bilimsel bir gerçek değil, politik bir algı konusudur.
Avrupa Türk diasporasındaki etkisi
Avrupa Türk diasporasında kimlik oluşturma en önemli çabalardandır. Böylece hem yaşadıkları toplumun kültürlerine karşı bir direnç geliştirme hem de kendi kültürel kimliklerini ve değerlerini koruma hedeflenir.
Türk-İslam Sentezinin Avrupa’daki Türk toplumu içinde camiler ve dernekler yoluyla kurumsallaştığı söylenebilir. Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) gibi kuruluşlar, İslam’ın Türk kimliğiyle birlikte yaşanmasını teşvik ederek bu sentezin diasporada devamlılığını sağlamayı amaçlar.
Avrupa’daki Türk gençleri arasında kültürel aidiyeti güçlendirmek için düzenlenen etkinlikler bu teze hizmet eder. Türk gençlik dernekleri tarafından organize edilen ‘Mevlâna Günü’ veya ‘Çanakkale Şehitlerini Anma’ gibi etkinlikler hem tarihi hem de dini değerlerin aktarılmasını sağlamaya yöneliktir.
Sentez söylemi, siyasete katılım ve hak taleplerinde de bir motivasyon kaynağıdır. Öyle ki eğitimde İslam din derslerinin verilmesi ve camilerin hukuki statüsünün güçlendirilmesi gibi talepler bu ideolojik çerçevede dile getirilir.
Avrupa’daki Türk çocuklarının kimlik sorunlarına Türk-İslam sentezinin etkisi, gelecekte de önemli bir konu olmaya devam edecektir. Elbette hem kendi kültürel kimliklerini yaşatmak hem de Avrupa’daki toplumla bağ kurup o toplumun bir parçası olmak kolay değil. Bu sentez temelinde oluşan aidiyet duyguları daha da güçlendiğinde ana topluma uyum açısından ne tür sonuçlar doğuracağı, sorusu üzerinde düşünmeye değer. İki kimliğin sürekli çelişkili bir biçimde var olması, bazı çocuklar için kimlik bunalımına yol açacağı kaçınılmaz. Sonuçta Türk-İslam Sentezi, Avrupa’daki Türk çocuklarının kimlik oluşturma sürecinde bir konfor alanı oluştururken bazen topluma uyum sağlamayı da zorlaştırabilir. Bu ideoloji, Avrupa’da yaşayan Türkler açısından daha çok toplumsal değişim baskısına karşı bir direnç veya kendini koruma mekanizması olarak bir işlev gördü. Genç kuşakların kökenlerine bağlı kalması ve Avrupa’da Türk kimliğini görünür kılmak madalyonun bir yüzü. Diğer yüzünde ise genç kuşakların karakter eğitimiyle birlikte içinde yaşadıkları toplumlarda nasıl bir varoluş sergileyecekleri var. Bu gelişme onların işini kolaylaştıracak mı, yoksa onları paradoksal bir psikoza sokarak zorlaştıracak mı, zaman gösterecek…
Sadece kimlik üzerinden giderek ve ulusal değerlerin korunmasını öne çıkararak karmaşık sosyopsikolojik problemlerin üstesinden nasıl gelinir bilemem. Türk-İslam Sentezi, Türkiye’de hâlâ milliyetçi ve muhafazakâr ideolojilerin kesişim noktasında yer alıyor. Toplumsal kutuplaşmayı gittikçe derinleştiren bir unsur haline de gelmiş durumda. Bu ideoloji, özellikle muhafazakâr partilerin söylemlerinde belirginleşirken, eğitim ve kültürel politikalar aracılığıyla daha da pekiştiriliyor. Avrupa’daki Türk diasporasında ise kimlik oluşturma sürecinde hem bir koru(n)ma mekanizması hem de uyum sürecini zorlaştıran bir etken olarak önemli rol oynuyor.
Özetle Türk-İslam Sentezi bakış açısıyla demokratikleşme sürecinden nasibini alamayan ‘devletin altı çizilirken milletin üstü çizilmiştir’. İnsan mı? O ya ideolojinin kölesidir ya da hiç!
Muhammet Mertek
Kaynakça
- Ahmet Yıldız, Türkiye’de Kimlikler ve Siyaset, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.
- Mehmet Şevket Eygi, “Türklük ve İslam”, Bugün Gazetesi, 1983.
- Binnaz Toprak, “Din, Toplum ve Cemaatler”, Türkiye’de Siyasal İslam, İstanbul: İletişim Yayınları, 1995.
- Mehmet Aydın, Din ve Devlet İlişkileri, Ankara: Diyanet İşleri Yayınları, 1990.
- Milli Güvenlik Kurulu, Milli Güvenlik Raporları, Ankara: MGK Yayınları, 1982.
- Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) Resmi Raporları, 2022.
- Almanya Türk Toplumu Derneği (TGD), Diaspora ve Kimlik, Berlin, 2021.
- Mustafa Tekin, Milliyetçilik ve Din: Türk-İslam Sentezinin Sosyolojik Analizi, Ankara: Siyasal Kitabevi, 2015.
- Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset (1904), Ötüken.