Makaleler

Öz bilinç ve refleksiyona niçin ihtiyacımız var?

Alman Filozof Prof. Dr. Udo Thiel, Öz Bilinç ve Refleksiyon – Locke’tan Kant’a Zihin Felsefesine Dair Araştırmalar (De Gruyter, 2024) adlı yeni kitabında, öz bilinç, refleksiyon, öz duygu, iç duyum ve kimlik gibi zihnin temel aktivitelerini kapsamlı şekilde ele alıyor. Yazarın akademik geçmişi, konuyu ele alışındaki derinliği anlamak açısından önemli: Berlin Humboldt Üniversitesi, Max Planck Bilim Tarihi Enstitüsü, Harvard Üniversitesi Bilim Tarihi Bölümü ve Graz Üniversitesi Felsefe Enstitüsü’nde çalıştı, araştırmalar yürüttü.

Thiel, 17 farklı araştırmada 17. yüzyılın sonları ve 18. yüzyıldaki zihin felsefesinin temel alanlarına dair farklı görüşleri ve argümanları derinlemesine inceliyor. Özellikle Immanuel Kant ve Johann Gottlieb Fichte’nin transandantal felsefi yaklaşımlarının öz bilinç tartışmalarında zirveye ulaştığını vurguluyor. Zira Fichte’ye göre öz bilinç, felsefenin en kayda değer ilkesidir.

Kitabı okurken, normatif kuralların ve değerlerin çoğu zaman neden uygulanamadığını daha iyi anladım. Dijitalleşmenin hız kazandığı günümüzde, özellikle gençlerin düşünme süreçleri değişik sebeplerle sekteye uğruyor. Bu nedenle öz bilinç ve refleksiyon üzerine yapılan tartışmalar zihinsel, psikolojik ve pedagojik açıdan her zamankinden daha büyük bir önem taşıyor.

Felsefi temel kavramlar

Udo Thiel, 18. yüzyılın başlarına kadar sistematik şekilde ele alınmayan bilinç ve öz bilinç kavramlarını felsefi gelişimine katkıda bulunan düşünürler ışığında inceliyor.

Örneğin Ernst Platner Felsefi Aforizmalar adlı eserinde, insanın kendisiyle ilişkili dört bilinç türünü şöyle sıralar:

  1. Tasavvurların bilinci: “Ben düşünüyorum.”
  2. Varoluş bilinci: “Ben varım.”
  3. Kişiliğin bilinci
  4. Öz duygu veya “benlik hissi” bilinci

Johann Georg Feder ise içsel duyumlar ve bunların bilişsel işlevleri üzerine yoğunlaşır. Öz duygunun yanı sıra “doğrunun, güzelliğin ve ahlaki iyiliğin duygusundan” bahseder (Mantık ve Metafizik, 1769). Feder, bu üç kavramı simetri, orantı ve uyum ile ilişkilendirerek fiziksel idealar yerine, içsel duyumlar olarak ele alınmaları gerektiğini savunur.

Ayrıca Feder iç duyuyu hem dış duyulardan hem de akıldan ayırır. Refleksiyonu ise ayırt etme ve kıyaslama yeteneği olarak tanımlar. Ona göre bilinç insanın bir ruha sahip olduğunu fark etmesini sağlayan temel unsurdur: “Bir ruha sahip olduğumuzu düşünmemizin sebebi, duyum, tasavvur, düşünce ve arzularımızın bilincinde olmamızdır.”

Christian Wolff da bilincin refleksiyon gerçekleşmeden mümkün olmadığını savunur. Ona göre refleksiyon, hem yeniden değerlendirme hem de kıyaslama eylemidir: “Yalnızca kıyaslama yaparak ayırt edebiliriz.”

İnsanın nihai amacı olarak doğru, iyi ve güzel

Friedrich Riedel, üç temel içsel duyumu insanın varoluşunun nihai amacı olarak tanımlar: Doğru, iyi ve güzel. Ona göre bu kavramlar zihinsel mükemmeliyetin göstergesidir. Her insan bu üç alanla ilgili üç temel potansiyele sahiptir:

  • Doğru için: sensus communis (sağduyu)
  • İyi için: Vicdan
  • Güzel için: (Estetik anlamda) zevk duygusu.

Bir ressamın savaşın yıkıcılığını anlatan bir tablo yaptığını düşünelim. Şimdi bu üç kavramı bu tablo örneğinde tasavvur edelim:

  1. Doğru (akıl ve sağğduyu)
    Ressam, savaşın gerçek yüzünü göstermek için tarihsel ve toplumsal gerçeklere dayalı bir kompozisyon oluşturur. Burada sağduyu devreye girer. Ressamın, savaşın yıkıcı etkilerini doğru bir şekilde yansıtması gerekir.
  2. İyi (etik ve vicdan)
    Ressamı bu tabloyu yapmaya iten şey vicdanıdır. Savaşın kötülüğüne karşı bir ahlaki duyarlılık hisseder ve bu konuda insanları bilinçlendirmek ister. Vicdanı, iyinin ne olduğu konusundaki içsel sezgisiyle onu bu tabloyu yapmaya yönlendirir.
  3. Güzel (estetik ve zevk duygusu)
    Ressam, tabloyu sadece bir tavrın dışa vurumu olarak değil, estetik açıdan da etkileyici bir biçimde tasarlar. Tablodaki kompozisyon, renkler, ışık-gölge gibi unsurlar, güçlü duygusal ve görsel etki bırakacak şekilde düzenlenir. Yani zevk duygusu burada devreye girer.

Sonuç olarak bu tablo, doğruyu yansıttığı için akıl ve sağduyuya, iyiliği savunduğu için etik ve vicdana, sanatsal ve estetik açıdan güçlü olduğu için de zevk duygusuna hitap eder.

Riedel, bu üç temel yeteneğin birbirinden bağımsız olmadığını, tam bir bütün oluşturduğunu savunur: “Bunların hepsi duyumun dallarıdır.” Ayrıca felsefenin bu duyumlar üzerine bina edildiğini varsayar: “Felsefenin en üst prensibi duyumdur. Bu üç alana ayrılır:

  • Zihin felsefesi (doğru)
  • Kalp (etik) felsefesi (iyi)
  • Zevk (estetik) (güzel)”

Bilinç, dil ve kimlik

Bilinç ve öz bilinç, zihinsel bir faaliyet gerektirir. Karl Franz von Irwing, bu bağlamda Gottfried Leibniz’in apperception (idrak) kavramına başvurur. “Apperzeption”, bir deneyimin, algının veya düşüncenin açık ve bilinçli bir şekilde kavranması anlamına gelir.

Bu noktada dilin rolü büyük önem taşır. Irwing, dil becerisinin kavram oluşumunun ve dolayısıyla bilinçli bir öz farkındalığın ön şartı olduğunu vurgular. Jakob Mauvillon da dilin belirleyici olduğunun altını çizer. Ona göre insanlar dil yeteneği sayesinde “kendi düşüncelerini şekillendirebilir ve diğerlerinden ayırt edebilirler.” Dil, bir şeyin özelliklerini belirlemeyi, bunları birbirleriyle kıyaslamayı ve düzenlemeyi mümkün kılar. Bu, sadece dış dünyaya ilişkin bir kavrayış sağlamakla kalmaz, aynı zamanda içsel duyumlarımızı da bilinçli bir şekilde değerlendirmemize imkan tanır.

Udo Thiel, John Locke’un kimlik ve bilinç arasında kurduğu ilişkiyi ayrıntılı şekilde inceler. Locke’a göre “Kişinin kimliği yalnızca bilinç yoluyla oluşur.” İnsanı metafizik bir varlık olarak tanımlarken, kişiyi ahlaki sorumluluk taşıyan bir özne olarak değerlendirir.

Bu bağlamda Thomas Cooper’ın ölüm sonrası varoluş hakkındaki görüşleri de dikkat çekicidir. Ona göre bir insan her gün bilinç açısından tam anlamıyla birebir özdeş olmasa da varlığı geçmişteki varlığıyla bağlantılıdır. Bu ilişkisi ölüm sonrası hayat için de geçerlidir: “Gelecekteki hayatımızda aynı birey olmayacak olsak da gelecekteki varlığımız şimdiki varlığımıza bağlı olacaktır.” Yani bireyin varlığı, önceki hâllerinden tamamen kopuk olmayıp bir süreklilik söz konusudur. Şu anki benliğimiz ve eylemlerimiz, ölümden sonra da nasıl bir varoluşumuz olacağını belirleyen temel unsurlardandır.

Öte yandan Leibniz, kimliği ikiye ayırır; metafiziksel kimlik ve ahlaki kimlik. Ahlaki kimlik, bilinç yoluyla inşa edilir. Locke’un aksine o, geçmiş eylemlerimizin bilincinde olmanın gerçek bir kimlik oluşturmadığını savunur; bunun sadece yüzeysel bir kimlik sunduğunu söyler.

Sonuç

Udo Thiel, kitabında karmaşık bir konuyu ve birçok filozofun katkılarını titizlikle analiz ederek oldukça kapsamlı şekilde ele alıyor. Sadece akademik araştırmalara katkıda bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda günümüz toplumundaki kimlin ve bilinç tartışmaları etrafındaki sorunlar için de değerli bakış açıları sunuyor. Özellikle gençlerin öz bilinç ve refleksiyon konusunda zorlandığı bir dönemde bu eser eğitim materyallerinin geliştirilmesi açısından da önemli bir kaynak niteliğinde.

Letzte Aktualisierung: 7. Februar 2025
Zur Werkzeugleiste springen