Makaleler

Neyi ve kimleri niçin eleştiriyorum?

Varsayalım ki sorgulanması, eleştirilmesi gereken olaylara muhatap oldunuz. Ne yaparsınız? Ya olup biteni görmezden gelir, aidiyet duyduğunuz mahallenin borazanlığına, şahıs ve kimlik fetişizmine aynı tas aynı hamam devam edersiniz; ya susar veya saflık ayağına yatar, o mahallenin ne içinde ne de dışında kalarak muhtemel avantajların zamanını beklersiniz ya da zor olanı tercih eder, cesaretle kolektif ve vicdani sorumluluk adına yanlışlıkları eleştirirsiniz. Nasılsa herkes neticede kendini bulduğu, habitatına uygun bir konfor alanına sığınır.

Baştan belirteyim, maksadım dindar/muhafazakâr mahallede yaygın, ama oldukça da çarpık bir eleştiri algısını biraz irdelemek. Dıştan insanlar zaten galeye alınmaz bu mahallede. Zihniyete öyle bir mekanizma çöreklenmiş ki içten gelen eleştiriler de bir şekilde bastırılır. Ancak ne olursa olsun eleştiriye, eleştirel ve özgür düşünmeye kem gözle bakılan bir mahallede eleştiride bulunanlara da yan gözle bakılacağını göze almalı.

Öğrenme merakınız, bir konuda iyi bilgilenme arzunuz, açık fikirliliği sevmeniz, mantıklı gerekçeler aramanız ve farklı bakış açılarını inceleyerek kendi düşüncenizi oluşturma gibi eğilimleriniz varsa çekinmeden özgürce eleştirirsiniz.

Diyelim ki kırk yıldır Almanya’da yaşıyorsunuz. Alman, Türk ve Müslüman toplulukları kültürel değerleriyle birlikte gözlemliyorsunuz. Müslüman memleketlerde olup bitenlerden de -bazılarında kısa da olsa bizzat bulunarak- az çok haberdarsınız. Otuz yıldır farklı Müslüman ülkelerden gelen binlerce öğrenciyle İslam Dersi bağlamında iletişim içindesiniz. Bu uzun süreçte Türk/Müslüman öğrencilerdeki aile içi eğitimin yetersizliğini, davranış bozukluklarını, bunların kültür/zihniyet ile ilgili arka plan sebeplerini, din anlayışlarındaki boşlukları ve bozuklukları görmezden mi gelirsiniz? Dahası; kişilik/kimlik gelişimi, aile yapısı, cinsiyet algısı, etik-zihin-karakter eğitimi, siyasi bilinç, sosyo-kültürel çevre gibi birçok faktör çarpık bakış açılarında rol oynadığına göre bütün bunları sorgulamadan mı problemleri çözmeye çalışırsınız?

Ayrıca her topluluk gibi Müslümanların kültürleri veya inançları eleştiriden muaf değil. Her eleştiriye niçin tepkisel yaklaştıkları, refleks geliştirdikleri ve set çektikleri de bir noktaya kadar anlaşılabilir. Dine mesafeli iktidar sahibi jakoben çevrelerin yobaz ve baskıcı tavırları ile bir dönem Batılı oryantalistlerin “dini kaynakları art niyetle dejenere etmeyi hedefledikleri” zannının da eleştiri konusunda ayrı bir hassasiyet oluşturduğu gibi.

Peki eleştirilerin, sorgulamaların amacı nedir? Bazı konuları daha iyi anlama, yerli yerine koyma, İslami düşünceye katkı sağlama, Müslümanların eğitim, etik, estetik, kültürel, sosyal, siyasal bilinç noktasındaki problemlerinde farkındalık oluşturma şeklinde özetlenebilir. Kaldı ki sadece İslam ve Müslümanlarla alakalı konular değil, Alman toplumunda yaşanan ırkçılık, dışlama, eğitimdeki aksaklıklar, politik çarpıklıklar, medyanın yanlı(ş) tutumu, kültürel farklılıklar gibi birçok konu da ilgi alanınıza giriyor. Hem önyargıların ve potansiyel sorunların önüne geçmeye çalışmak kolektif sorumluluk gereğidir. Olaylara ve olgulara eleştirel bakmadan, sorgulamadan ne doğru bir “anlama” gerçekleşebilir ne de doğru bir “anlama ufku” yakalanabilir. Bir problemi kaynağıyla birlikte sorgulamadan, analiz etmeden çözmek mümkün mü?

Bu arada bazı Avrupa ülkelerinin sömürgeci geçmişini, Aydınlanma akımının olumsuz yanlarını da eleştirelim. İtirazım yok. Onlar zaten kendilerini Müslümanlardan önce acımasızca eleştiriyor. Fakat onlar dinde reformu, zihinde aydınlanmayı, kültür ve zihniyette bir transformasyon (iç dönüşüm) yaşadıktan sonra aksayan yanlarını, eksikliklerini gördükçe canına okuyor. Peki biz hangi gerekçeyle sorguluyoruz? Yüzyıllardır Müslüman dünya dinde hangi tecdidi, zihinde hangi aydınlanmayı ve Ortadoğu zihniyetinde hangi iç dönüşümü gerçekleştirdi de bol keseden onları eleştirme cesaretini buluyor, kendimizi Avrupa karşıtlığında konumlandırıyoruz? Oysa birçok Avrupa ülkesinde ve gelişmiş toplumda şöyle veya böyle katılımcı demokrasi, kuvvetler ayrılığına dayalı hukuk devleti, insan hakları, özgürlükler en üst seviyede uygulanıyor. İnsani gelişim endeksinde, mutluluk/gelir dağılımı gibi endekslerde, bilim-sanat-kültür-teknoloji üretmede en ileri seviyedeler. Öyle olmasaydı Müslüman ülkelerden çeşitli nedenlerle tüyenler soluğu gelişmiş Batı ülkelerinde alırlar mıydı? Bütün bunlar yaşanırken Müslüman toplulukların niçin çok gerilerde kaldığı sorgulanmayacak mı şimdi? Sorgulandığı zaman Batıcı veya Batı hayranı mı olunuyor ya da Avrupalıya hoş görünme motivasyonumu etkin oluyor? Batı toplumları, bedel ödeme pahasına kendi özeleştirilerini yaptıklarından dolayı bu gelişmişlik düzeyine ulaştılar. Aksi halde kendi dinlerinin üzerindeki tozu toprağı üfleyip toz duman arasında kalmasalardı hâlâ bataklıklarında debelenip duruyor olmayacaklarını kim söyleyebilir?

Huninin geniş ve dar ağzı

Muhafazakâr mahalleden farklı alanlarda donanımlı birçok akademisyenle yolum kesişti. Olayı bir huni benzetmesiyle anlatacak olursak; huninin geniş ağzı derin okumalar ve bilgilerle dolu. Ancak önemli olan; huninin geniş yüzeyindeki derin bilgiler, zengin kavramlar değil, onlardan süzülerek huninin dar ağzından çıkan hayat perspektifi, hadiselere bakıştaki çıkış noktasıdır. İşin özü burasıdır çünkü. Yani toplumsal anlamda hayata nereden bakılmaktadır? Hangi (ahlaki, evrensel) değerler öne çıkarılıp savunulmaktadır, sorusudur! Her nedense muhafazakâr mahalleden birçok Türk akademisyenin veya ‘aydın’ın düşünce hunisinden din ve hamaset merkezli kavramlar süzülmektedir genellikle. Böyle zengin bilgi donanımından nasıl böyle dar ve realiten kopuk ideolojik bir din algısının sürekli süzülebildiği ayrı bir araştırma konusudur. Böyle bir araştırmadan aşağılık kompleksinin, derin bir eziklik ve eksiklik psikozunun baskın olduğu bir sosyalizasyon geçirdikleri gerçeği de çıkabilir. Mahallenin farklı kesimlerinde statü, şahıs kültü, mahalle baskısı, kendini salt kimlik üzerinden ifade etme, heteronomik yaklaşım (belirleyicinin dıştan olması) ya da çıkar gibi faktörler genellikle etkin durumda. Dindar kesimlerde hem demokrasi, eleştirel ve çoğulcu düşünceye niçin şüpheyle bakıldığının hem de niçin sürekli kutsal ve ahiretin vurgulandığının sebepleri buralarda aranabilir. Derin bir ahlak probleminin kökenleri de!

Mesela devamlı “başkasının belirlemesi” veya “başkasının kontrolü altında olma” durumunda, yani heteronomik anlamda huninin içini doldurursanız, o süzülür son tahlilde. Çünkü heteronomi, bireyin kendi istekleri, tercihleri ve iradesi yerine başka bir kişi, grup, otorite veya dış etkenler tarafından yönlendirilmesi durumunu ifade eder. Kişinin düşünceleri, eylemleri ve kararları dış faktörler tarafından belirlenir, yönlendirilir veya kontrol edilir. Bu dış faktörler; aile, toplum, kültürel normlar, politik otorite, medya veya diğer otorite figürleri olabilir.

Geldiğim noktada huninin geniş alanına ait şimdiye kadarki okumalarım ve tecrübelerimden toplumsal açıdan süzülenleri özetle şöyle ifade edebilirim: İnsan onuru ve hakları, özgürlükler, etik ve ilkeli olma, çoğulcu düşünme, katılımcı demokrasi, kuvvetler ayrılığına dayalı hukuk devleti. Huniden süzülen düşüncelerin bu kavramlar etrafında şekillenmesine ayrı bir özen gösteriyorum artık. Niçin? Bu kavramların diğer insanlara, topluma dokunan yanları var en azından. Onlarsız dayanışma ve barış içinde birlikte yaşamanın imkansızlığı ortada. Din mi? Bana göre o, inanç ve ritüelleriyle insanların özeline ait. Yukarıdaki kavramlarla çatışmadığı, anlam arayışı ve manevi huzur için pozitif uyarıcılarda bulunduğu sürece herkesin kendi tercihi. 

Günlük hayatta, toplumsal ve siyasi arenada, dini ve tarihi yaklaşımlarda öylesine aleni tezat ve çarpık tutumlar, etik ve evrensel değerlere ters söylemler, alabildiğine oportünist ve çıkarcı davranışlar var ki! Bunlara şahit oldukça susmak değildir erdem kesinlikle. Eleştirel yaklaşımın tadına vardıkça toplumda daha sağlıklı, dayanışmacı ilişkiler gelişebilir, farklı düşünce ve inançtan kesimlerle daha huzurlu ve barışık bir ortam sağlanabilir.

Eleştirel düşünme, gelişmiş ülkelerdeki eğitim sistemlerinde öğrencilere kazandırılması gereken önemli erdemlerden ve becerilerden sayılır. Eleştirel düşünme olmadan ne zihin eğitimi ne öz-yansıma becerisi ne de kendi aklını kullanarak yargıda bulunma veya herhangi bir konuda kendi düşüncesini oluşturma gibi yetenekler gelişebilir. Muhafazakâr kesimlerde “eleştiri, tenkit”, hâlâ fitne gibi olumsuz çağrışım yaparken, gelişmiş toplumlarda “eleştirel düşünme” birey için hayatî bir değerdir.

Niçin eleştiriyorum?

Tarih boyunca farklı fikirleri, yapıcı eleştirileri daha çıkar çıkarmaz boğmanın/ezmenin bedelinin ağır olduğunu, toplumlara çok pahalıya patladığını kavrayamamak nasıl bir zihniyettir? Bazen geleneklere sahip çıkmak iyidir. Kültürün devamlılığı adına faydalıdır da. Ama günümüzde ideolojik hâle gelen, şahıs kültü etrafında şekillenen gelenekçi/dogmatik tutum sürekli yozluk ve yobazlık üretiyor. İslamcı Gelenekçiler, her ne hikmetse yenilikçi, reformist, tecdide açık veya bilimsel araştırmaya dayalı farklı düşünceleri kendilerine ve İslam’a saldırı olarak algılıyor. Sanki dünya oturup kalkıp onlarla uğraşıyormuşçasına ciddi bir tehdit algısına sahipler. Bu çarpık algı sayesinde çoğu zaman muhataplarına damgalama, ayrımcılık, mobbing ve yalnızlaştırma gibi ötekileştirici bir refleks sergiliyorlar.

Ayrıca retorik, İslami çevrelerde usanmadan tepe tepe kullanılan neredeyse tek yöntem. Öyle bir retorik ki hemen her konuda hastalık derecesinde bir -yalancı/sanal- üstünlük psikolojisi pompalıyor. Öyle bir psikoloji ki kendine dair birçok sorunu çözememiş iken dünyanın kurtuluşunu sadece kendinde görebiliyor. Hatta dünyanın (yani sekiz milyar insanın!) içine düştüğü her türlü bunalımdan kurtulması için kendisine muhtaç olunduğuna inananlar bile var, diğer bazı dinlerdeki misyonerlik anlayışı gibi. Şimdi böyle ütopik yaklaşımlar sorgulanmayacak mı?

Muhafazakâr mahallenin çoğu fikir öncüleri, özellikle ilahiyatçıları böylesine kompleks problemlerin çözümünü tek bir şeyle çözme hayaliyle dinde arıyor. İslami kaynakları referans göstermeden neredeyse düşüncelerini ifade edemiyor. Böylesine sürrealist, romantik, ütopik, gerçeklerden uzak, hatta din dışında bütün bilimsel alanlardaki bunca gelişmişliği/tecrübeyi bir tarafa iten yaklaşım sorgulanmayacaksa cehennemi uzaklarda aramaya, öbür dünyayı beklemeye gerek var mı? Bu zihniyetin bin yıl daha geçse bile çağı yakalama adına kendine gelebilmesi mümkün mü?

Yeri gelmişken; ne olursa olsun kendi mahallesine toz kondurmayan, burnundan kıl aldırmayan, statü fetişizminin üstatları Türk akademisyenleri de hatırlatalım. Dışarıya başka, kendi mahallesinde başka bir dil kullanan makyavelist kişilikler eleştirilmeyecek mi? Her gün siyasal İslamcıları, Şia’yı şevkle yerden yere vururken kendi İslamcılığını, İslami (fıkıhla oluşan) homojen bir toplum özlemini açığa vuran, hakikat tekelciliğine çanak tutan, kendi mahallesindeki farklı fikirleri anında ademe mahkûm eden bağnaz kişilikler görmezden mi gelinecek?

Söylemlerini duruma, çıkara, konjonktüre göre ayarlayıp yeri geldiğinde İslamcılığından taviz vermeyen, yeri geldiğinde hayatı/evreni tek bir şeyle izah eden total din anlayışına saplanan, yeri geldiğinde Cebriyeci ya da Eşarice düşünen, yeri geldiğinde her şeyi İslam fıkhıyla izaha kalkışan, yeri geldiğinde akla, düşünmeye değer verdiğini iddia eden, yeri geldiğinde liberallik, demokrasi, hukuk, çoğulculuk, insan haklarından dem vuran, yeri geldiğinde Müslüman kimliğini her şeyin özerine çıkaran acayip tipler dolaşıyor ortalıkta. Hem de muhafazakâr mahallenin, cemaatlerin yazar çizer çevresinden, okumuşlarından! Huninin geniş yüzeyi alabildiğine bilgiyle dolu gibi gözükse de alttan süzülen hakikat tekelciliği ve ideoloji soslu, İslamcı, selefist, “kesin inançlı” bir din anlayışı dikkatlerden kaçmıyor. Kaçamaz da.

Anakronizmin en çarpıcı örneklerinden sayılabilecek şu ütopik ve romantik iddianın günümüz toplumlarında ne tür bir karşılığı olabilir acaba: “Bu asırda (Asr-ı Saâdet) Allah Resûlü ve ashabı öylesine zengin bir hayat yaşamıştır ki hem insanı her meselede zirvelere çıkaracak yolları hem de Kıyâmet’e kadar yaşanması muhtemel bütün problemlerin cevabını burada bulmak mümkündür.” Elbette bazıları Türkler arasında son yüzyılda yaygınlaşan “Asrı Saadet” fantezisiyle dünyanın bunalımlardan kurtulacağına, huzura ve barışa kavuşacağına inanabilir! Baştan kendi düşüncelerinin temellerini -bir kutsala dayandırarak- sorgulanamaz görenler tüm hakikatleri bildiklerini varsayar çünkü. Eleştirel düşünmeden yoksun olanların, kendi anlayışlarına ters fikir beyan edenleri tekfire yatkın olmaları da bu yüzdendir. Bunlar, eleştirel fikirleri anlama yerine kendi dogmalarını savunmaya odaklanırlar genellikle. Hakikati arama veya ortaya çıkarma gibi bir amaç gütmezler. Ortaya atılan iddialardan daha çok iddia sahibini “dini bozma, fitne çıkarma, dinden çıkma” gibi gerekçelerle suçlayarak eleştirel düşünmeye set çekerler. Engizisyon bile kilisenin bölünmesine engel olamamışken bu çağdışı tutumda ısrar niye, diye sorulmayacak mı?

Muhafazakâr mahallenin bazı medya platformları dikkatle izlendiğinde, bazen huninin geniş tarafının hoşgörü, diyalog, kardeşlik, adalet, çoğulculuk, demokrasi, ilim, özgürlük gibi sevimli/sempatik kavramlarla stratejik olarak doldurulduğu göze çarpar. Bir yandan dünyanın her türlü problemlerini çözme iddiasında bulunurken diğer yandan huninin dar ağzından bu kavramlarla pek de bağdaşmayan acayip bakış açılarının süzüldüğü sırıtır. Birbirinden çok farklı, zıt anlamlı ifadeleri aynı anda gerçek görmeyi “çiftdüşün” kavramı çok iyi izah eder. Mutlak hakikati kendinde görme ile çoğulcu düşüncenin aynı anda benimsenmesi gibi. Georg Orwell’in“1984” adlı romanında geçen bu kavram, çeşitli zıtlıkları içinde barındıran, yan yana gelmesi olağandışı olan bir yaklaşım içine girenlerin karakterine de ayna tutar.

Yine aynı mahallede “anakronizm”, olaylar değerlendirilirken zirve yapan bir okuma biçimidir. Özellikle tarihi olaylar ve kutsal kaynaklar aşırı derecede anakronik bir okumayla topluma empoze edilir. Fakat tarihte olup bitenleri seçici olarak günümüze taşımak öylesine bir bilgi gediği oluşturur ki hamasi telkinleri aşıp olaylar arasında bağlantı kurmak neredeyse imkânsızlaşır. Hem anakronik yaklaşımla hem de eleştirel düşünmenin önüne geçilerek bilgi ve bağlantı boşluklarının üzeri büyük bir titizlikle/başarıyla örtülür. Örtme ve karartma için de genellikle velayet, keramet, rüya, mucize gibi göreceli ve gerçekliği tartışmaya açık kavramlar enstrüman olarak kullanılır. Oysa “En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun, / Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?” (Ziya Paşa)

Şimdi buraya kadar bahsi geçen konuları İslami bir cemaatin resmi haber sitesinde yayınlanan yazılardan birkaç alıntıyla somutlaştırabiliriz:

  • “Günümüzde, Müslümanların yaşadığı coğrafyalardaki problemler, geri kalmışlıklar, hak ve hukuk ihlalleri onların Müslümanlıklarından değil, tam aksine İslâm’ı yaşamamalarından kaynaklanmaktadır.”
    Bu paragrafta problemin kaynağının İslam’ın yaşanmamasını göstermesi gerçeği ifade etmiyor. Problemlerin sebepleri arasında bilim, ekonomi, siyaset, sosyoloji, eğitim, kültür gibi faktörler de çok önemlidir. Zaten heterojen bir toplumda herkesin İslam’ı yaşamasını beklemek hayaldir. Ayrıca yüzyıllardır Müslümanların dinlerini yaşamalarının önünde de bir engel yoktu! 
  • “Her insan, Yüce Yaratıcı’nın bir sanatı olması ve O’na inanması yönüyle bir kıymet ifade eder.”
    Etrafımızda ateist veya İslam’dan başka dinlere inanan insanlar var. Bu ifade onları incitmez mi? Ayrıca Allah’ın İslam harici milyarlarca kulunu kıymetsiz görmek onu zan altında bırakmak olmaz mı? Bu konuda kararı Tanrıya bırakmak gerekli değil midir?
  • “Yerin altındaki fayları yerin üzerindeki kulların yaptığı zulümler vesilesi ile Allah kırıyor.”
    Deprem yaşanan bazı Müslüman ülkelerde despotların saltanatları devam ediyor. Zulüm altında inleyen toplumların, zalim yöneticilerinden dolayı bir de Allah tarafından cezalandırılıyor olduğunu ifade etmek insaflı bir hüküm müdür?
  • “Allah dostlarına düşmanlık Allah’a savaş açmak demektir. Allah ile savaşan da helak olur ve kötü bir akıbetle dünyadan göçüp gider.”
    Bu yaklaşımda yazar kendisini doğrudan Allah dostu olarak ifade ederek baştan karar vermiş. Allah dostlarının koruyucusunun bizzat Allah’ın kendisinin olması doğru bir tespit midir? Tarihte bilinen birçok Allah dostu, bırak düşmanlığı, türlü zulümlere maruz kaldığına göre Allah savaşı kaybetmiş mi oluyor? (Haşa!)
  • “Sadece anlatılan fakat temsilini bulmayan din, felsefedir. Felsefenin de hayatımızda bir şey ifade etmemesinin sebebi amel, ibadet ve gereklilik boyutunun olmamasıdır.”
    Felsefe akla izin verdiğinden çok değerlidir. Felsefe olmadan “tahkiki iman” olabilir mi? Avrupa toplumları felsefeye değer verdi, insan düşüncesinin birçok boyutuyla gelişmesi için varlık ve olayları anlama adına kafa patlattı. Rönesans, reform hareketi ve Aydınlanma gibi süreçleri gerçekleştirdi. İslam’da -şu anki haliyle çok uzak olsa da- ikinci bir Rönesans! bekleniyorsa felsefeye yol vermeden nasıl olabilir ki?
  • “On asırdan fazla bir zaman içerisinde İslâmî esasların, kanunların ve İslâmî pratiğin beşer hayatındaki etkilerinin azalması neticesinde insanlığın vicdanında bozulmalar meydana gelmiştir. Bunun tedavisi ise Kur’ân’ın ve imanın mucizevi ilaçlarıyla mümkündür.”
    Yani on asır öncesine kadar insanlığın vicdanı Kur’ân’ın ve imanın mucizevi ilaçlarıyla tam nirvanadaydı öyle mi? İlk halifeler döneminde de daha sonraki saltanat/hanedanlık dönemlerinde de İslami esaslar ve kanunlar tam uygulandığından her şey tıkırındaydı, vicdanda hiçbir bozulma yoktu yani!
  • “İslam’ın hedef gayesi toplumsal değişimi sağlamak, ahlak ve adaletle toplum düzenini iyileştirmektir.”
    Toplumda adalet ve huzur için etik değerler mutlaka dikkate alınmalı. İnsanlığın geldiği bilimsel seviye, teknolojik gelişmeler, adalet ve demokrasi anlayışı olmadan olmaz. Mesela Almanya’daki toplum düzenini İslam’a göre değiştirmek hayal olduğu gibi anayasaya göre de suç sayılabilir.

***

Lafa geldiğinde hakikat tekelciliğini, İslamcılığı ve bağnazlığı hemen reddedip demokrasi ve bilime saygı duyduğunu -ne demekse- deklare edenler aslında nasıl bir din ve toplum anlayışını temsil ettiğinden de habersizdir. Bazı eleştiriler karşısında “Dükkânı kapatalım mı şimdi?” tepkisi de “Dini kullanmadan başka çıkar yolumuz yok!” demenin ayrı bir ifadesi. İnsanın kendi gerçekliğine hapsolması, kendini modern dünyaya kapatmasının da itirafıdır aynı zamanda. Halbuki benim beklentim çarpık ve günümüzde karşılığı olmayan bakış açılarının açık yüreklilikle ve medenice tartışılmasıdır! Zira dünyanın geldiği noktada yeni bir din anlayışına, Yaratıcı tasavvurundan, Kur’an ve hadislere kadar yeni bir okuma biçimine ihtiyaç var.

Muhafazakâr medyada huninin dar ağzından süzülen öylesine çarpık/çapsız bakış açıları ve söylemler var ki analizleri belki ciltler dolusu çalışma gerektirir. İslamcı, nasyonalist, dışlayıcı, tepkisel, ütopik, realiten kopuk ve akıllara ziyan söylemlerin bini bir para. Kendi mahallesinden olunca böylesi yaklaşımlara “Eyvallah!” deyip sineye çekmek ve sessiz kalmak da etik değil. Gerçi sağlıklı bir eleştiri ve tartışma kültürünün yeşerip yerleşmediği yerde özgürce kendi mahallesini eleştirmek de yürek ister. Susmayı tercih etmenin arkasında kendi mahallesinden tecrit edilmeyi, itibarsızlaştırılmayı göze alamamak da yatar biraz. Dost bildikleri dahi yavaş yavaş mahalle baskısıyla uzaklaş(tırıl)ırken…

Ne olursa olsun, yaşadığımız ülkede veya toplumda, etrafımızda olup biten olaylara, gelişmelere duyarsızlık en basit ifadesiyle sorumsuzluktur. Yanlışlıkları sorgulamak; özgür ve özerk düşünmenin, vicdanlı, ilkeli ve etik davranmanın gereğidir. Birçok dini kavramın insana dayattığı gerçekliği tek gerçeklik görmekten vazgeçerek; tarihe ve kutsal kaynaklara anakronik bakış hastalığından kurtularak; din eğitimini kimlik üzerinden değil, (ahlaki) değerler temelinde yeniden ele alarak; rasyonel, eleştirel ve bilimsel düşünme becerilerini geliştirerek hayatta yeni sayfalar açılabilir. Yanılgılarla yüzleşmek gibi yüzsüzlükleri eleştirmek de bir erdemdir neticede.

Muhammet Mertek

Letzte Aktualisierung: 20. Mai 2024
Zur Werkzeugleiste springen