Akademisyen bir tarihçi, İstanbul’da bir fakültede verdiği seminerde milliyetçilik konusunu işler. “Devlet, birey ve milliyetçilik” kavramlarının içeriği geçmişten günümüze nasıl değişmiştir, sorusuna cevap arar. Yüzyıllar boyunca Türk ve Kürtlerin birlikte yaşadıklarını örneklerle anlatır. Zamanla bu birlikte yaşamanın niçin kavgaya dönüştüğünü izah eder. Ancak bu kavganın halklar arasında değil sadece siyasi yöneticiler arasında gerçekleştiğini de vurgular.
Hoca, şu sorularla da öğrencilerini bir noktaya taşımaya çalışır:
“Beyoğlu’nda dolaşırken arkanızda iki kişi Almanca konuşuyor, dönüp bakar mısınız?”
“Hayır bakmayız.”
“İki kişi İngilizce konuşsa, dönüp bakar mısınız?” Yine “Hayır!”
“Rusça konuşsalar dönüp bakar mısınız? “Hayır!”
“Peki bu iki kişi Kürtçe konuşsalar, bakar mısınız?” “Evet, endişeyle dönüp bakarız! İlgimizi daha çok çeker.”
Hoca devam eder: “Ruslar, Osmanlılarla tarihte birçok kez savaştı. En son İngilizlerle savaştık. Asırlardır birlikte yaşadığımız Kürtler konuşunca niçin endişelenip onlara bakıyorsunuz da diğerlerine bakmıyorsunuz! Yoksa bilinçaltımızda bir düşmanlık mı oluşturulmuştur?”
İlginç olan gelişme seminerden sonra yaşanır. Tarihçi hocanın yanına farklı kesimlerden üç öğrenci gelir ve şu değerlendirmelerde bulunurlar:
Türk milliyetçisi olan öğrenci: “Hocam siz Kürt milliyetçisi misiniz?”
Liberal takılan öğrenci: “Hocam ne kadar Türkçüymüşsünüz, bilmiyordum!”
Kürt öğrenci ise: “Sizi liberal zannediyorduk Hocam, Türk milliyetçisiymişsiniz!”
Peki, nasıl oluyor da aynı konuyu öğrenciler çok farklı algılıyor ve bu yargılara varıyorlar? Asıl soru bu! Önemli bir tez olarak “öğrencilerin sosyokültürel açıdan yetiştikleri çevreden aldıkları arka plan değerleriyle farklı yaklaşımlar sergiledikleri” söylenebilir. Mikro ölçekteki bu veri aslında kolektif anlamda bütün topluma da yansıtılabilir.
Türkiye’deki farklı toplum kesimlerinin olaylara veya ötekine önemli ölçüde kimlik/ideoloji üzerinden baktığı biliniyor. Çünkü her mahallenin kendine özgü idolü/kurtarıcısı ve total bir dini/dünya görüşü var. Bundan dolayıdır ki bilimsel ve nesnel bir konu bile çok farklı, hatta absürt boyutlarda algılanabiliyor.
Nitekim bir olaya karşı verilen tepki veya tutumda belirleyici olanın, olayın/anlatılanın kendisi değil muhatabın onu nasıl algıladığıdır. Algılarımız ise genetik, aile, sosyal çevre ve rol modellerle birlikte genellikle çocukluk ve gençlik yıllarında şekillenir. Freud’un kavramlarıyla bakılırsa, ‘Es’ (id) kaynaklı dürtülerin ‘Ich’ (ego, yani rasyonel akıl) yoluyla sağlıklı biçimde yönlendirilmesi gerekir. Bu gerçekleşmediğinde hem algılar hem de daha sonraki, yani ‘Super-Ich’ (süper ego) dönemindeki ahlaki normlar yeterince verimli gelişmez. Bilginin eyleme dönüşmesi ise bambaşka bir süreç.
Eleştirel düşünmenin önemi
Doğu toplumlarında son birkaç yüzyılda sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik alanlarda büyük krizler yaşandı. Devasa problemlere üretildiği zannedilen çözümler, bilimsel ve rasyonel araştırmalardan ziyade kimlik ve sığ ideolojiler üzerinden sunuldu. Son dönem Osmanlı coğrafyasındaki Batılılaşma, İslamlaşma ve Türkçülük gibi tartışmalar/akımlar hep bu cümleden değil mi? Toplumda; eleştirel düşünme becerisine sahip, olayları uzaktan bakarak rasyonel ve bilimsel verilerle tartabilen bireyler yerine basit, kategorik ve şablon bakış açıları taraftar buldu hep. Eğitim sistemleri ve sosyal çevre, siyah-beyaz arasındaki gri noktaları kendi aklıyla görebilecek, reşit bilince sahip bireyler oluşturamadı. Kimlik arayışı ve dar ideolojik bakış, hem bilişsel hem de sosyokültürel açıdan baskın hale geldi.
Türkiye’deki farklı toplum kesimlerinde genellikle ‘id’ dürtülerinin ileriki yaşlara rağmen dengesiz davranışlara yol açması, hem ‘ego’ya hem de bunun sonucu olarak ‘süper ego’ya olumsuz yansır. Almanlar bu konuları eğitim sistemi içine giydirerek sağlıklı akıl ve eleştirel bilinç geliştirme, onu efektif kullanmada mesafe almaya çalışır. Bu yüzden eğitim sisteminde mantık, felsefe, etik, matematik, dil, eleştirel düşünme, kendi aklını kullanma vs gibi alanlar önemli yer tutar.
Bu açıdan bakınca tarihçi hocanın işlediği bir konuyu farklı kimlik ve ideolojiye sahip öğrencilerin kendi pencerelerinden birbirinden çok farklı algılamaları ve hocayı haksızca sanık sandalyesine oturtmaları üzerinde düşünmeye değer.
Olayları veya olguları rasyonel/bilimsel veriler yerine sadece kimlik/ideoloji üzerinden değerlendirmenin bizi doğru bir sonuca götür(e)meyeceği ortada. Kavram olarak ‘devlet’ nedir? Nitelik ve işlevleri nelerdir? Örneğin fonksiyonel demokratik bir hukuk devleti söz konusu mudur?
Değilse adalet, vatandaşlık hakları, gelir dağılımı, farklı toplum kesimlerinin devlet kurumlarındaki orantısal katılımı, temel hak ve özgürlükler açılarından durum nasıldır? Ayrıca birey nedir? Devletin veya devlet kurumlarının haksız tutumu karşısında birey kendini nasıl koruyacaktır? Sosyoloji ve siyaset biliminin bu konularla ilgili ortaya koyduğu araştırmalar ne kadar dikkate alınacaktır? Etnik köken ve ideoloji üzerinden olayları okumak hangi toplumsal problemi çözer? Yoksa bu yaklaşımlar toplumu daha da mı ayrıştırır? Analitik olarak bu sorulara kafa yormak yerine milliyetçi görüşe sahip olanlar, genellikle kestirmeden devletçi bir tutum sergiler. Niteliklerine bakılmaksızın devleti kutsamakta bir beis görmezler. Türkiye Komünist Parti üyesi üniversite mezunu bir gencin Stalin’i diktatör saymaması gibi! Hem de sadece Nazilere geçit vermemesi sebebiyle! Dolayısıyla Türkiye dahil gelişmemiş toplumlarda ciddi derecede bir kimlik difüzyonu yaşanmakta ve bu durum insanları kolektif kimlik arayışına yöneltmektedir. Bu yöneliş de dini ve milli kimliğin aşırı derecede vurgulanmasına yol açmaktadır.
Öğrenciler, “devlet, birey ve milliyetçilik” kavramlarını çeşitli boyutlarıyla tam kavrayıp bilimsel analitik bir bilgi birikimine sahip olsalardı konu kolayca anlaşılabilirdi. En azından ideolojik körlükten kurtulabilirlerdi. Tarihçi hocanın yaşadığı bu deneyim, önemli bir ilişki ve iletişim gerçeğini de ortaya koyar. Temel kavramların eleştirel düşünmeyle içselleştirilip kişinin zihnine nakşedilmesi -Kahneman’ın kavramlarıyla ifade edecek olursak- ‘yavaş düşünme’ ve gayret ister. Oysa kimlik ve ideoloji üzerinden değerlendirme kolaycılığı daha çok ‘hızlı düşünme’nin eseridir. Bu durumda neyin anlatıldığı değil muhatabın nasıl algıladığı öne çıkar. Algılarda ise sosyal çevre arka planı, kimlik ve ideolojinin etkin rolünü tekrar hatırlatalım. Avrupa Aydınlanması’nı bu çerçevede anlayıp rasyonel, realist ve bireysel düşüncenin ne kadar önemli olduğu söylenebilir. Keşke Türkiye toplumunda da böyle bir aydınlanma dönemi yaşandıktan sonra bilimsel, rasyonel ve bireyci düşünme eleştirilebilseydi. Batı, yaşayarak ve büyük bedeller ödeyerek sosyo-ekonomik, teknolojik ve bilimsel çalışmalarının olumlu yanlarıyla gelişim sağladı. Bu gelişmelerden sonra yaşadığı olumsuz sonuçları eleştirmeye başladı. Müslümanlar ise Batı’daki bunca olumlu gelişmeleri tecrübe etmeden genellikle teorik olarak olumsuzlukları eleştirmekle yetiniyor. Farklı toplum kesimlerinde nükseden sığ düşünce açmazının ana sebebi burada aranabilir. Batı eleştirisi bile taklitten öteye geçmemektedir.
Bu düşünce sığlığıyla öğrenciler de simgeler üzerinden ideolojik saplantıya girmişler ve tarihçi hocanın demokratik, bilime değer veren ve liberal kişilikte bir akademisyen olduğunu ıskalamışlardır. Toplumu oluşturan bireyler; aralarındaki inanç, düşünce ve diğer farklılıklara kimlik, simge ve ideolojik çerçeveden bakma yerine kavramların detaylarına inerek ve farklılıkların zenginliği ile birlikte yaşamanın yollarını bulabilirler. Ancak böyle bir bilimsel ve etik anlayışla toplumsal barış sağlanabilir.
Muhammet Mertek