İyi çello çalmasaydı gaz odasına gönderilecekti. Kurtuldu ama bu sefer de insanların vahşice yakıldığı fırınların tam karşısına yerleştirildi. Bacalardan yükselen dumanları seyrettikçe nefret duygusu büyüyor ve damarlarında kana karışıyordu. Tam elli yıl sonra Almanya parlamentosunda Yahudi soykırımını anma töreninde konuşurken yaşadıklarına dair ufak bir kapı araladı: “O zamanlar bir daha asla Alman topraklarına ayak basmamaya yemin etmiştim. Alman olan her şeye sonsuz bir nefret duyuyordum. Gördüğünüz gibi yıllar önce yeminimi bozdum ve bundan da pişman değilim. Nefret düpedüz bir zehirdir, en sonunda da insanın kendini zehirler.”
“Her şeyi görüyorduk. İnsanların geliş seremonisini, ayrışmalarını, gaz odaları yönüne giden ve dumana dönüşen kafile kafile insanları…” diye yaşadıklarını tasvir eden Anita Lasker-Wallfisch bir zamanların Nazi Almanya’sında ne yapabilirdi?
Bunca dayanılmaz acılara, zulümlere rağmen hayata tutunabilmek nasıl bir şeydi?
İşte yirmi kadar eserin sahibi Alexander Richter… Şair Necip Fazıl’ın “İnsanlar zindanda birer kemmiyet” dediği gibi hapisteki numarası “Mahkûm 46”. Yayınlanmayan bir romanında polisin göstericilere aşırı güç kullanmasını üç beş cümleyle eleştirdi diye beş yıl hapis cezasına mahkûm olmuştu. On bir aylık gözaltı süresinden sonra ancak göstermelik bir mahkemeye sevk edilmişti. Stasi’nin kontrolündeki sevk minibüsünde her mahkûm için daracık bir bölüm vardı. Bu bölmenin içinde mahkûmlar diz çökemez, sadece eğilerek girer ve öylece durur, sağa sola dönemez, kıpırdayamazdı. Kapak kapandı mı zifiri karanlıkta kalan mahkûmlar, kapıların kapandığını, motorun çalıştığını, arabanın sağa sola döndüğünü anlayabiliyorlardı o kadar. Böyle bir ortamda dayanılmaz zulüm ve işkencelere maruz kalan Richter nasıl bir gelecek hayal ediyor ve hayata nasıl bakıyordu?
Evet, bazen rejimler, ideolojisini herkesin şartsız inanması gereken zorunlu bir din gibi dayatır. Uymayanlar acımasızca hizaya getirilir, keyfice ağır cezalar verilir. İşkence ve insanlık dışı uygulamalardan geçirilir, kontrol ve denetim sistemi ağıyla insanlar sürekli gözetlenir. Bu ağdan kurtulmanın yolu hemen hemen imkânsızdır. Her insan için üç dosya tutulur: Yerel dosya, polis dosyası ve Devlet Güvenlik (Stasi) dosyası. İşyerinde bile takip edilmekten rahat yüzü göremez kimse. Sınırdan kaçmak mı? Ne mümkün. Ülke bir açık hava hapishanesine dönüşmüştür çoktan. Düşünce özgürlüğü mü? En temel insan haklarından mahrum yaşamaya mahkûmdur artık herkes, bir zamanların Doğu Almanya’sında!..
Zulüm, habis bir ruh gibi farklı coğrafyaları dolaşır. Gün olur, en yakınlarınız bile cadı avına çanak tutar. İşinizden gücünüzden, eşinizden aşınızdan olursunuz. Kiminin çoluk çocuğu vardır, onların geleceğidir tek düşünceleri. “Kırk beş yıllık hatıramı silerek geçtim Meriç’ten” diyerek aşığı olduğu toprakları terk eder. Kimi Yunanistan’a geçmeye çalışırken Ege’nin karanlık sularına gömülür, kiminin tekneleri alabora olur, eşini, çocuklarını kaybeder. Dört aylık ve üç yaşındaki çocuklarını Sakız Adası’na defnedip, mezarı başında diz çökerek çaresizce bakakalan anne ve babanın ruh ve zihin dünyasını kim tasavvur edebilir? Anlamsız bir zulmün ve hüznün en yalın fotoğrafıdır yaşananlar. Peki tarifi imkânsız keder yaşayanların hayatla barışması?
Kolay değildir nihayetinde, memleketinden, ailesinden, çoluk çocuğundan ayrılmak, bir meçhule savrulmak, vatanından uzak diyarlarda sürgün hayatı yaşamak… Bazen hayat düğümlenir, hiçbir çıkar yolun bulunmadığı sarmala dönüşür. Bir nefret ya da zulüm girdabına gark olur, tıpkı Lasker-Wallfisch‘in yaşadıkları gibi.
Bazen de içinden çıkmanın imkânsız gibi göründüğü bir durumla karşı karşıya kalır insan. Hayat bu, olmaz demeyin. Güvendiğiniz en candan dostlarınızın bile sırtını döndüğü ifritten bir zaman sanıldığı kadar uzak değildir.
Böyle bir süreçte fikir dünyanız altüst olur, ya pes eder, size dayatılan gerçekliğe “eyvallah!” dersiniz ya da oturup düşünür bir çıkış yolu ararsınız.
Bu, Bertold Brecht’in epik tiyatrosunda seyircinin tam bir gözlemci olarak kalması gibi bir durumdur. Seyirciler acı duymak, sevinmek, coşmak yerine yaşananlar üzerinde düşünür; kendisini ve olayları nasıl değiştirebileceğini anlamaya çalışır.
Yaşananları belli bir uzaklıktan bakarak kavramaya çalışma veya bir çıkış yolu arama gibi düşünceler bana “Girdaba İniş” hikâyesini hatırlatır.
Dünyaca ünlü Edgar Allan Poe, “Girdaba İniş” adlı hikâyesinde balıkçı tekneleri yavaş yavaş bir girdaba doğru sürüklenen iki kardeşin yaşadıklarını canlı tasvirlerle anlatır.
İki balıkçı kardeşin yetmiş tonluk bir teknesi vardır. Bununla Moskoe’nin ötesindeki adaların arasında balık avlarlar. Bir gün büyük bir kasırgayla birlikte bir girdaba yakalanırlar. Yavaş yavaş girdabın içine doğru sürüklenirken, bir müddet gittikçe daralan huninin iç yüzeyi boyunca tekne parçalarına ve değişik eşyalara şahit olurlar.
İki kardeşin etrafında olup bitenleri tam gözlemleyebilmek ve düşünebilmek için evvela korkuyu yenmeleri gerekir. Bir müddet sonra küçük kardeş korkuyu atlatmayı başarır. Ağabeyi ise yaklaşan felaket karşısında felç olmuş gibi teknede çaresiz bakakalır ve ümidini tümden kaybeder.
Zamanla ufak kardeşte ilk başta hissettiği dehşetin yerini alışılmadık bir merak sarar. Korkunç bir ölüme doğru yaklaşırken merakı iyice artar. Etraflarında yüzen şeyleri tuhaf bir ilgiyle incelemeye başlar.
Onu böylesine etkileyen şey, yeni bir dehşetin değil, daha heyecan verici bir umudun doğmasıdır. Bu umut kısmen hatırladıklarından, kısmen de orada yapmış olduğu gözlemlerden doğar. Moskoe-ström tarafından yutulduktan sonra dışarı atılan ve Lofoden sahiline vuran çeşitli eşyaları düşünür. Bunların çoğunun oldukça sıradışı bir şekilde yüzeylerinin kıymık kıymık parçalanmış, bazılarının ise hiç hırpalanmamış olduğunu hatırlar. Bu farklılığı hırpalanmış parçaların tamamen girdap tarafından yutulmuş olanlar olduğu şeklinde açıklar.
Diğerleriyse girdaba dinginlik vaktine yakın bir zamanda girdiklerinden ya da başka bir sebepten dolayı içerideyken son derece yavaş döndüklerinden dibe denizin yükselişinden ya da alçalışından önce ulaşmamışlardı. Her iki durumda da daha önce ya da daha büyük bir hızla içeri çekilmiş olan diğer nesnelerin kaderini paylaşmayıp tekrar okyanus yüzeyine fırlatılmalarının mümkün olduğunu düşünür. Bu düşünce ve gözlemler sonucu kendisinin de içinde bulunduğu bu süreçte birbiriyle ilgisi olan bir fikir geliştirir. Teknenin etrafındaki parçaları büyük bir dikkatle süzdükten sonra üç önemli gözlemde bulunur. Birincisi genel bir kaide olarak cisimlerin boyutlarının büyüdükçe iniş hızlarının arttığıydı. İkinci olarak, eşit ağırlıktaki iki cisimden biri küresel ve diğeri başka bir herhangi bir şekildeyse, küresel olanın iniş hızı daha fazlaydı. Üçüncü olarak, eşit boyutlardaki iki cisimden biri silindir şeklinde ve diğeri başka herhangi bir şekildeyse, silindir şeklinde olanın iniş hızı daha azdı.
Abisi korkudan yıkılmış halde donup kalırken, ufak kardeş bu gözlemleri doğrultusunda harekete geçer. Kendini tutunduğu su fıçısına sıkıca bağlar, fıçının iplerini kesmeye ve kendini onunla birlikte sulara fırlatmaya karar verir. Ağabeyine el kol hareketleriyle işaret edip dikkatini yanlarından geçen yüzen fıçılara yöneltir ve ne yapacağını anlaması için elinden geleni yapar. Fakat niyetini anlasa da başını umutsuzca sallar ve halkayı bırakmayı reddeder. Kaybedecek bir saniye bile yoktur. Elinden bir şey gelmez, nefsiyle yaptığı acı bir mücadeleden sonra ağabeyini kaderine terk eder. Fıçıyı bağlayan ipleri çözüp bunlarla kendini ona bağlar, sonra bir an duraksamadan fıçıyla birlikte denize atlar.
Sonuç tam düşündüğü gibidir. Tekne, o ayrıldıktan bir saat kadar sonra epey altına iner ve orada ekseni etrafında hızla üç dört kez dönüp ardından ağabeyiyle birlikte o köpük karmaşasına bodoslama dalar ve bir anda gözden kaybolur. Kendisi fıçıya bağlı olduğu için uçurumun dibi ile tekneden atladığı nokta arasındaki mesafenin yarısına yakın bir noktaya indiğinde anaforda büyük bir değişim meydana gelir. O dev huninin kenarlarındaki eğimin dikliği giderek azalmaya başlar. Girdabın ekseni etrafındaki dönüşleri giderek hafifler. Köpükler ve gökkuşağı yavaşça gözden kaybolur. Uçurumun dibi giderek yükselir. Ve kendini okyanusun yüzeyinde, Lofoden sahillerinin karşısında, tam Moskoe-ström’ün biraz önce bulunduğu yerde bulur ve bitkin haldeyken bir balıkçı teknesi tarafından kurtarılır.
Sosyolog Norbert Elias “Angajman ve Mesafe” (Engagement und Distanzierung) adlı eserinde “çifte bağ” diye bir olgudan bahseder. Bir çıkış yolunun zor göründüğü durumlarda birbirini destekleyen duygular ve tutumlar için kullanılır. Elias’ın bu olguyu anlatırken “Girdaba İniş” hikâyesinden çıkarımı enfestir ve yol göstericidir. Eserlerinde üzerinde durduğu temel kavramlardan biridir ‘süreç’. Balıkçı da tamamen kendi kontrolünün dışında kritik bir sürecin içinde kendini bulur. Bir süre değişik ümit hayalleri kurar. Aklından mucizevi veya görünmeyen bazı kişilerden yardım gibi fanteziler geçirir. Sonra sakinleşerek daha serinkanlı düşünmeye başlar. Korkusunu kontrol eder. Kendisini daha büyük bir mesafeden başkalarıyla, sert doğa felaketleriyle ilişki içinde bir insan olarak görerek düşüncelerini maruz kaldığı bu durum üzerine yoğunlaştırır. Kontrolü dışındaki bu süreç içinde kullanabileceği enstrümanların farkına varır. Bu da sürecin akış şartlarını kendi kurtuluşu adına daha iyi kontrol etmeyi doğurur. Olayın akışının yapısını ve yönünü sembolik olarak tasavvur ederek, kurtuluşunun yolunu keşfeder. Kendini kontrol etme seviyesiyle (becerisiyle) süreci kontrol etme seviyesi bu olayda görüldüğü gibi birbirine bağlı ve birbirini tamamlayıcı niteliktedir.
Buna göre zorluklar, insanların kendi iradesi ve becerisiyle aşılabilir. Mağaradan çıkıp mağaranın tümünü analiz ederek, ormanın içinden çıkıp kuş bakışı gözlemleyerek, inandığı ideolojiden sıyrılıp sorgulayarak, ne olursa olsun yaşadığı süreci rasyonelce okuyup ayağa kalkma adına meşru bütün imkânları kullanarak… Sadece zulme, doğal afetlere, savaşlara maruz kalanlar için değil, düşünce dünyasını yeniden inşa ederken de bütün ön kabullerin ötesinde uzaktan bakmaya ihtiyaç vardır.
Kötü tecrübeler yaşayan ve türlü zulümlere maruz kalanlar, umutsuzluk rüzgârlarıyla savrulup her şeye boş verebilirler. Yani bu gibi durumlarda dipsiz psikolojik girdapların etkisine kapılıp kuruyabilirler. Ancak balıkçı küçük kardeş gibi etrafında olup bitenleri kavrayıp süreçten en iyi şekilde çıkabileceği imkânları keşfedebildiği ölçüde de mahkûmu olduğu problem sarmalından kurtulabilirler. Yoksa Anita Lasker-Wallfisch ve Alexander Richter gibi mazlumların tarifi imkânsız zulümlerden sonra yeniden hayatla barışması nasıl izah edilebilir?
Muhammet Mertek
Not: Bu makale Türkiye’nin önemli düşünce ve edebiyat dergilerinden Temrin‘in Şubat 2020 sayısında yayınlanmıştır.