Makaleler

Buğday Güneyde Büyür

Birkaç yıl önce Thüringen Ormanı’nda bulunan Stützerbach Köyü yakınlarında bir Stasi* sığınağını gezmiştim. Stasi, son derece gizli ve modern bir şekilde 1975 yılında yapmış bu sığınağı. Su İşleri Tesisi olarak da kamufle etmiş. Sığınakta olası bir nükleer savaşa karşı korunmak maksadıyla alınan ciddi önlemler dikkat çekiciydi. Öyle ki üç koridordan geçtikten ve tamamen zehirli veya radyoaktif maddelerden arındıktan sonra ana bölüme girilebiliyordu. İki Almanya’nın birleştiği 1990 yılına kadar aktif olan sığınakta yaklaşık on Stasi elemanı çalışmaktaydı. Ayrıca bir nükleer savaş çıkması halinde 130 kadar yüksek rütbeli Stasi elamanının (aile üyeleri hariç!) saklanması düşünülmüştü.

Bu sığınağı büyük bir ibretle gezsem de kapsamlı bir nükleer savaşın neye yol açacağı ve bu tür yapıların kimler tarafından nasıl kullanılabileceği konusu kafamda belirsizliğini koruyordu.

Aslında Erik D. Schulz’un, kuzey yarımkürede yaşanan bir nükleer savaşla hayatın nasıl yok edildiğini ürpertici ve gerçekçi tasvirlerle ortaya koyduğu “Buğday Güneyde Büyür” (acabus Verlag) adlı yeni yayınlanan romanında felaketin boyutları net bir şekilde gözler önüne seriliyor.

Roman, her biri alt başlıklara ayrılmış üç ana bölümden oluşuyor: İlk bölümde sığınaktaki yaşam, ikinci bölümde Alpler üzerinden kaçış, romanın adını taşıyan son bölümde ise Afrika kıtasında çekilen zorluklar ele alınıyor.

Sığınak sıradan bir yer değildir. İsviçre Alpler’inde 2500 metre yükseklikte, yüksek teknolojiyle donatılmış olan bu mekânda, büyük felaketten hayatta kalmayı başaran 300 kişi bulunmaktadır. Bu sığınağı bir şirket iki buçuk milyar frank maliyetle Davos yakınlarındaki Pischahorn kayalığında yaptırmıştır. Sığınağın bir metre kalınlığındaki beton duvarlarının dışında kalan bütün Avrupa moloz, kül ve buz altına gömülmüştür. Artık bu kıtada radyo istasyonları çalışamaz olmuş, elektrik kesilmiştir. Uçaklar da uçamadığı gibi, güçlü elektromanyetik dalgalar elektronik altyapıyı tamamen yok etmiştir. En yakın yaşanılabilir yer Afrika’da ve binlerce kilometre uzaklıktadır. Dışarıda tahıl vebası ve eksi 25 derece soğuk, içeride ise zorbalık ve konsorsiyum tarafından uygulanan bir tür diktatörlük hakimdir. Savaştan sonra buraya sığınan insanların neredeyse tamamını farklı mesleklerden ve statülerden nitelikli kişiler oluşturur. Buna rağmen sığınaktaki şartlar ve insan karakterleri -ne acıdır ki- böylesine kan dondurucu bir felaketten sonra bile değişmez.

“Kantinde Suudi Arabistanlı iki çocuklu bir ailenin yanı sıra teknisyenler, eski sanayiciler, bankacılar ve bir şekilde servet edinmiş zenginlerle sığınak personeli oturuyordu. Sığınakta bir kişinin ücreti üç buçuk milyon franktı. Anne-babasının yardımı olmaksızın Oliver’in kendisi ve ailesi için bu kadar parayı bulması mümkün değildi. (…) Öyle ki buradaki ambiyans nükleer sığınaktan daha çok lüks bir oteli andırıyordu.”

“Holtzendorff ailesi, medya girişimcilerinden bir hanedana mensuptu. Yetmişine dayanmış Baba Georg savaştan önce büyük bir günlük Alman gazetesinin yazı işleri müdürüydü. Her zaman haklı olduğuna inanan bir adamın genellikle hoşnutsuz yüzüne sahip, zayıf, yırtıcı kuş gibi etkin bir tip. Oliver, onun depresyonda olduğunu düşünüyordu ve bunun için nedenleri de vardı: Üç çocuğundan sadece kızı Carolin sığınağa zamanında ulaşabilmişti. Ayrıca yayıneviyle birlikte güç ve statüsünü de kaybetmişti.”

Görünüşe bakılırsa bu insanlar, sığınakta, her biri altı çocuktan oluşan gruplara ders vermek dahil, normal hayat şartlarını sürdürmeyi başarmışlardı. Hatta popüler bir sinema sanatçısına da eğitimli ve etkileyici sesinden dolayı çocuklara okumalar yaptırma görevi vermişlerdi.

Romanda sığınak ayrıntılı biçimde anlatılır: “Yirmi metre uzunluğunda bir tünel üç mağaraya açılır ki bunlar sığınaktan ayrı olarak tek tek kayaya oyulmuş durumdadır. Bu sahanın yarıdan fazlası buğday tarlasıdır. Bir alana patates, en küçük alana ise meyve ve sebze ekilidir. 25.000 metrekarelik bu ekili alan, sığınağın üç katı büyüklüğündedir. Toplam 500 kişilik sığınakta sadece 300 kişi bulunmasına rağmen kullanılabilir alan, kendi kendine yetecek bir ihtiyacı karşılamıyordu. Konserve ve dondurulmuş stoklara ek bir hizmet görüyordu.”

Ne var ki işler her zaman kararında gitmez. Zürih Su İşleri’nden sorumlu eski Başkan Turtschi’nin öldürülmesinden hemen sonra bir huzursuzluk başlar. “Diktatör” olarak anılan ve sığınağın idarecisi olan sosyopat Wiegele cinayetten sorumlu tutulur. Yedi ay sonra, sığınaktaki hayat, tıpkı dışarıda olduğu gibi daha tehlikeli hale gelince, eski psikiyatrist Dr. Oliver Bertram, güvenlik tugayı komutanı Haemmerli ile bir kaçış planı yapar. “Yalnızca sağduyumuza güvenebiliriz. O bana kaderimizi kendi ellerimize alma ve artık bu kapan içinde uzun zaman kalmama vaktinin geldiğini söyler.”

Zira sığınak sakinlerinin düzenli yapılan toplantıları göz boyamaktan ibarettir. Gerçekte kimsenin verilen kararlarda bir etkisi yoktur. Wiegele başkanlığındaki altı kişiden oluşan konsorsiyum sığınakta tek söz sahibidir. Konsorsiyumun her yere kamera ve mikrofon yerleştirdiği söylenir. Çıkışlar hava geçirmez şekilde kapalıdır. Onları yalnızca Wiegele’nin çipli kartı açabilir. Kodları da sadece onda bulunur. O, “çoğu zaman laubali biçimde” geç kalan ve genç karısını sürekli aldatan bir tiptir. “Herif bir psikopat, düşüncesiz, her türlü duygu ve sorumluluktan yoksundur. En çok intikamdan haz alır.  Rafine ve değişken bir karaktere sahiptir. Diğer insanları manipüle eder. O her zaman her yerdedir ama hiçbir şey olmamış gibi davranır.”

“Konsorsiyumdaki kargalar şimdi birbirlerinin gözlerini oyuyordur. Farklı grupların her yolu rahatça kullandığı iktidar mücadelesidir bu.” Romanda, çoğunlukla kriz zamanlarında ortaya çıkan koltuk kavgası etkileyici biçimde gözler önüne serilir. Öte yandan ara sıra duyulan vefalı, sıcak, rahatlatıcı, zekice seslerden dışarıda kalanlara karşı insanın ruhunu saran bir suçluluk duygusunun tasvirine de rastlıyoruz.

Oliver, sığınaktaki seradan sorumludur. Çünkü eskiden Sudan’da babasının şirketi ile Çinli bir işletmenin ortak girişimi bir işte yani buğday yetiştiriciliğinde böcek ilacı kullanımını optimize etmek için altı ay boyunca çalışmıştır. Bu iş, psikiyatri kliniğinde yaşadığı tükenmişlik sendromu için de en iyi terapidir aynı zamanda. O sıralarda stresli günlük hayattan acilen kurtulması, aksi halde kendi kliniğinde hasta olarak yatması bile söz konusudur. O zamandan beri başarısızlık korkusu sebebiyle psikiyatrist olarak çalışmayı da bırakır.

Oliver, 14 yaşındaki kızı ve küçük bir grupla birlikte çaresizce Afrika’ya doğru yola çıkar. Bu kaçış hayati tehlikelerle doludur. Sabır, empati, anlayış, sevgi, dayanışma, güven, iyimserlik, cesaret ve disiplinin yanı sıra korku, endişe, ıssızlık, sefalet, tehlike ve ölüm onlara eşlik eder. Beklendiği gibi mülteciler kurban vermeden başarıya ulaşamaz. Bazı yol arkadaşları mücadele ve çatışmalarda hayatını kaybeder.

Bir avuç insan, Sudan yolunda sayısız sıkıntılara maruz kalır; vahşi doğa, dayanılmaz soğuk, insanlıktan uzak yağmacılar, Avrupa’dan gelen saldırgan mülteciler, Sudan’daki acımasız mülteci kampı… Her şey oldukça maceralı, heyecan verici ve diyaloglarla birlikte çarpıcı bir üslupla anlatılır. Romanı okurken yazarın sığınaklar, nükleer felaketin sonuçları ve tıbbi yardımlar hakkında ne kadar derin bilgiye sahip olduğu kendini hissettirir. Bir tıp doktoru olan Erik Schulz’un nükleer savaşın önlenmesi için uluslararası doktorlardan oluşan bir organizasyona üye olduğu düşünüldüğünde nükleer bir savaş senaryosu konusunda böylesine güçlü bir roman yazması şaşırtıcı değildir.

Romanda, bir süre önce ayrıcalıklı biçimde korunan insanlar, yok edilen vatanlarından binlerce kilometre uzakta yabancı bir ülkeye doğru -artık bir mülteci olarak- yola çıkmışlardır. Kafalarındaki tek soru şudur: Bizim için hâlâ bir gelecek var mıdır? İnsanca bir yaşamın mümkün göründüğü tek bir yer kalmış mıdır acaba?

Evet, savaş sonrasında iki milyondan fazla mülteci aldığı söylenen Sudan, Oliver’e, kızına ve şanslı birkaç kişiye yeni bir vatan olur. Bu arada vefa ve güvene dayalı insani ilişkilerin ne kadar önemli olduğu da vurgulanır. Çünkü Oliver, Yeni Halfa’daki eski arkadaşı Salah Abed ile böyle bir ilişki sayesinde hayata tutunmuştur. Gerçekten onun yardımı sayesinde insanlık dışı bir mülteci kampından çıkmış ve buğday ekiminde aktif olarak çalışma fırsatı elde etmiştir. Eski bir askerin küçümseyici bir tavırla iddia ettiği gibi “sadece açlığın hüküm sürdüğü, balçıktan kulübelerle dolu, saatler uzaklığında kuyudan su taşınan ve insanların birbirlerini boğazladığı” böyle bir ülkede.

Romanda nükleer savaşın sebebi hakkında Oliver’in ağzından bazı ipuçları da verilir: “Interconti’de bir gazetede savaş başlamadan birkaç gün önce Çin ile ABD arasındaki siber savaşın alevlendiğini okudum. Buna çatışma dediler. Muhtemelen o zaman tırmandı.” Arkadaşı, “İşler öyle olabilir. Bunu sığınağın veri bankalarında araştırdım. Aslında bu, Çinlilerin Amerikalılardan önemli askeri bilgiler çaldığı iddiasıyla başladı. Amerikalılar, Çin altyapısına karşı geniş tabanlı bir operasyonla karşılık verdi: Enerji santrallerini, telefon ağlarını, hava trafiğini vurdu.” diyerek bu haberi biraz daha açar.

Doğu Almanya’da bir nükleer savaşın mümkün olduğu düşünülerek 1975’te inşa edilen sığınaktan bahsetmiştim. Şimdilerde pek de ihtimal vermediğimiz en azından “bu kadar da olmaz” dediğimiz garip şeyler yaşıyoruz: Korona salgını, Çin ve ABD arasında her zamankinden daha da şiddetlenen krizler, her yerde yaygınlaşan popülizm ve ırkçılık, mülteci dramları… Bunlar, dünyada yeni kaos, kargaşa ve devasa krizleri pekâlâ tetikleyebilir. Aslında bu roman, 1970’lerin başlarında gündemde olan bir soruyu da akıllara getiriyor: Nükleer savaş olabilir mi? Elbette olabilir. Yazar Schulz, bizi realistçe uyarıyor işte.

Muhammet Mertek

* Doğu Almanya’da polis istihbaratı “Devlet Güvenlik” biriminin kısaltılmış hali

Letzte Aktualisierung: 8. September 2021
Zur Werkzeugleiste springen