Makaleler

Hangi İslam: İlahi olan mı, anlaşılan mı, yaşanan mı?

Sadece bana mı öyle geliyor bilmem ama muhafazakâr kesimde hemen her konu dönüp dolaşıp ‘din’ temeline oturtuluyor. Yangın, sel, salgın felaketleri, siyaset gibi güncel gelişmeler üzerine konuşurken bile…

Müslüman öğrenciler, birçok Alman (Hıristiyan) öğrenciye göre dine ve dini içeriklere daha fazla meyilli. Alman öğretmenleri bazen imrendirecek bazen de tedirgin edecek kadar dini konulara açık ve yatkın duruyorlar. Ancak bilgileri genellikle aidiyeti vurgulamaktan öteye geçmeyen yüzeysellikte. Diasporada “din, vatan, millet” gibi kavramların duygusal aidiyet bağlamında öne çıkarıldığı biliniyor.

Geçenlerde yakınlarımdan birkaç öğrenciyle konuşurken konu döndü dolaştı yine din yörüngesine geldi. Dini bilgileri kulaktan (ve tükettikleri medyadan!) dolma olduğundan sağlıklı bir zemine de oturmuş değil. Dağınık mı dağınık; her yaklaşımı mutlak doğru-yanlış düzleminde ele alıyorlar. Haliyle Kur’an ve hadislerdeki haliyle saf “ilahi dini bilgi” ile daha sonra bunlardan üretilen beşerî dini bilginin ayırımına ve farkındalığına varmaları da zor. Bir dini bilginin İslami anlayışa göre, ‘ilahi bilgi’ mi yoksa insan aklının ürünü ‘beşerî bilgi’ mi olduğu tamamen karıştırılıyor. Yani yoruma/içtihada dayalı dine ait/dair birçok beşerî bilgi, Kur’an’da açık ve net olarak belirlenmiş mutlak bir ilahi bilgi gibi algılanıyor. Sonra ayıkla pirincin taşını, ayıklayabilirsen…

Başlıktaki soruyu onlara da yönelttim. “Üç zemin” örneği sayesinde ne olup bittiğini anlamaya çalışmaları sevindiriciydi.

Dinin kişisel bir gerçeklik üzerinden ele alınmasını önemsiyorum. Her biri kırık üç farklı aynadan aynı anda yansıyan bir nesnenin kaç parça gerçekliğe dönüştüğünü tahmin etmek zor değil. Buradan tek gerçeklik çıkartma absürtlüğü ortada; hele bir de o nesnenin yerinde ‘din’ duruyorsa!

Nitekim Müslümanlığın ve dinin içinde o kadar çok şey var ki! Bazılarını sayalım: İmanın altı şartı, İslam’ın beş şartı, fıkıh, usûl, furû, ibadetler, cezalar, ahiret, hesap, ahlaki değerler, sosyal ve iktisadi normlar, farklı kültürler, akıl, ruh, evren, insan, duygular vs… Herkese göre anlam niteliği ve yoğunluğu değişken olan bunca kavram nedeni ile aslında bireysel düzeyde bir Müslümanlıktan söz edilebilir. Bireysel, çünkü sayısız dini normlar her Müslümanın davranışlarına ve ruh dünyasına çok katmanlı olarak ve farklı yansıyor. Tam da bu sebeple din, bazı normların sosyal hayatta görülen çıktıları olsa da özel hayata ait bir olgudur. Hem de kaçınılmaz olarak. Ama hâlâ birçok ‘din uzmanı’ (ilahiyatçı) bu olguyu kabullenmekten kaçınıyor. Hâlâ din-insan-toplum-siyaset ilişkisini bile çağdaş düzeyde bir düzene koyamıyorlar. Bırakın birey olmayı, buna karşı kolektif hareket etmeyi yeğleyen yoğun bir empoze var.

İslam’a göre ‘din’, daha çok sübjektif bir imanda ve onun yansıdığı farklı niteliklerdeki ‘salih amel’de vücut buluyor. Yani dini içerikleri algılama ve uygulamada niteliksel farklılıklar var. Din etrafındaki bu muğlaklık ve neden olduğu anlam karmaşası, üç zemin içinde daha somut hale getirilebilir. Bu zeminlerden biri; Kur’an-ı Kerim’e bina edilen “aslî veya öz din” (ed-din); buna kısmen hadisler de katılarak temel referanslardan oluşan, üzerinden düşünülüp tetkik edilecek hep sabit bir veri seti olarak temel bilgi koleksiyonu. Yani henüz yoruma tabi tutulmamış, adeta açılmamış bir pakette saf haliyle duran ‘aslî din’. Birçok ilahiyatçı veya İslami akademia bu paketi istediği şekilde açmaya kendini yetkin görüyor. ‘Aslî din’in yegâne yorumlayıcı/açıklayıcı rolünü bu uzmanlar üstleniyor; bazen de bazıları kendilerine onları ‘koruyucu’ rolü biçiyorlar. Etkin pozisyonda bulunan “muhafazakâr din uzmanlarının” da tarih boyunca gücünü aldığı zemin burasıdır. Nedeni açık: Müslüman toplumların geniş kesimleri, bu paketin içinde ne olduğunu rasyonel olarak tartamıyor. Teologlar veya hocaların (ulema, şeyh, tarikat/cemaat lideri vs) yorumlarıyla ‘anlaşılan’ dini kavrayıp uygulamaya çalışıyorlar. Halkın bilmemesi (cehaleti) ile ‘ulema’nın bilirkişi ‘uzman’ statüsünde olmasının ‘ulema’ açısından avantaja dönüştüğü bir durumdur bu! Entelektüeller ise toplumu etkilemede din adamları kadar şanslı değiller. Nitekim halk, aklı/düşünceyi değil, daha çok duyguyu ve aidiyeti önceliyor. Ayrıca bu ilahiyatçı/fıkıhçı zümre, doğrudan Tanrı buyruğunu bir uzman olarak yorumlama yetkisinin(!) avantajını da ısrarla ve iştahla elinde bulundurmak istiyor. Yine bir uzman olarak Tanrı’nın muradını en iyi kendilerinin anladığı inancı üzerinden diğer bilimsel alanlarda da (uzmanlık sınırlarını aşarak) söz söyleme hakkını dahi kendilerinde bulabiliyorlar. Kitlelerin asırlardır Müslüman coğrafyada niçin din adamlarının güdümünde ve inisiyatifinde mobilize olageldiğinin sebebi burada aranabilir. Tüm dünyada Müslümanlar, genellikle değişik biçimlerde de olsa din temelinde yapılanıyorlar. Taliban ve İran mollaları, bu biçimlerin en bariz örneklerindendir. En liberal görünenlerine kadar liste daha da uzatılabilir.

Şimdi ‘anlaşılan din’ zeminine geçebiliriz. Ulemanın, teologların veya selefin çıkarımlarına ve yorumlarına dayanan bir zemine. İlahi referans kaynaklı olsa da bir beşerî bilgi koleksiyonu olan alana. Çünkü selefin/ulemanın da kabul ettiği gibi, dini referanslara dayanan bütün yorum ve çıkarımlar ‘dine dair/ait’ bir ‘beşerî’ bilgidir malum. Buradaki temel problem bunların ‘ilahi’ bilgi olarak algılanmasında yatıyor. Yani her ‘dini’ bilginin ‘ilahi’ olmadığı ıskalanıyor. Saf haliyle Kur’an- Kerim ve Sünnet, üzerinden bilgi üretilecek bir ‘veri’ seti ise eğer, bu kaynaklardan üretilen bilgiler zaman ve zemine göre değişebilir. Onlardan üretilen ‘doğrular’, üretildiği zaman ve mekânın doğrularıdır. Belli bir zamana göre üretilen doğruların değişmez zannedilmesi ise ‘dogmatik’ bir yaklaşım olur. Bu da (geleneksel) Müslüman zihniyetindeki temel sorunlardandır. Bu anlayışla farklı düşüncedeki Müslümanlar bağnazca ötekileştirilebilir. Oysa en azından Sünni mezheplerin çeşitliliği ve bu farklılıkların tümünün doğru kabul ediliyor olması, hakikatin tecelli etmede farklı renk ve tonları olduğunu gösteriyor.  

Din etrafındaki tartışmalar bazen ürkütüyor beni, bazen yıldırıyor veya bıkkınlık veriyor, bazen de insanları, özellikle ‘din uzmanı’ hocaları/akademisyenleri daha yakından tanımaya vesile oluyor. Bir yanda kendi dini yorumunu tek hakikat sayan, totaliter, dini her şey gören veya her şeyi dinde gören anlayış… Diğer yanda yeri geldikçe bütün günahı İslamcılara veya Şia’ya ya da Batılılara fonlayıp kendi İslamcı/Selefist ve totaliter söylemlerini modern kılıflarla perdelemeye çalışan oportünist din uzmanları… Öte yanda her fırsatta şahıs kültünü körükleyip bir kurtarıcıya odaklananlar…

Bazı Müslüman ‘din uzmanları’nın kendi yorumlarını mutlak hakikatmiş gibi sunmaları gerçekten ciddi bir sorun. Oysa, “bu ayetten benim anladığım, benim yorumum bu” diyerek en azından çoğulcu ve ilkeli bir yaklaşım sergilense… başka yorumlara, hatta inançlara saygı öne çıkarılsa, zamanla toplumda belki daha sağlıklı bir bilinç gelişebilir(di). Neticede din anlaşıldığı üzerinden kişinin beceri ve niyeti kadar yaşanıyor. Bu sebeple din denilen fenomene kimin nereden nasıl baktığı iklim değişimi kadar önemli!

Bir diğer zemin de ‘yaşanılan din’. Taliban tarafından yaşanılan bir İslam olduğu gibi, Hint ve Afrika Müslümanları tarafından yaşanılan bir İslam da var. Kim, “Hayır o gerçek İslam değil!” diyebilir ki! Hani, en azından bir insan “Ben Müslümanım!” diyorsa ona kimse “Hayır, sen değilsin!” diyemez esprisi içinde. Tarihte farklı zamanlarda ve günümüzde de farklı coğrafyalarda farklı şekillerde yaşanıyor İslam. Hem de sayısız dini grup ve tarikatlar tarafından…

Her üç alana bakan asırlarca birikmiş çözülmesi gereken yığınla problem var. ‘Aslî din’ alanındaki veri setinden hangi metotla hangi çıkarımlar öne çıkarılıyor ve topluma dini bilgi olarak sunuluyor? Tartışmalar hâlâ ‘Cahiliye’ ve ‘Asr-ı saadet’ ya da ‘Hz. Hüseyin ve Yezid’ gibi dikotomik yaklaşımlarla mı sürdürülecek? Mesela köken mitinin merkezine ‘siyer felsefesi’ ya da ‘Kerbela Faciası’ oturtulup ideolojik bir din anlayışı mı pekiştirilecek?

Buradan bakınca son yıllarda gelenekçilerin köşe başlarını tuttuğu ‘anlaşılan din’ zemini çağdaş bir refleksten gittikçe uzaklaşıyor. Sonuçta Orta Çağ’ın paradigma ve kabulleriyle modern zamanların toplumsal, ekonomik, siyasi, kültürel problemleri vs kökenli insani/sosyal sorunları çözülmeye çalışılıyor. Bin yıl öncesinin arkaik toplum yapıları ile dijital dünyanın sosyal hayatı kökten sarstığı ve değişime zorladığı günümüz arasındaki fark ıskalanıyor. Dinin kendisinde de belli ölçüde mevcut olan ‘tecdit/yenilenme müessesesi’ne rağmen istiyorlar ki dinin genel ölçüleri update yapılmasın, genel maksadı da şartlara uyumlu hale getirilmesin. Sonra? Sonrasında Müslüman toplumların çağın gerisinde kalmasının mutlak kaderleri olmasını kabullenmekten başka çare kalmıyor. Dini söylemleri yeni yaşam şartlarına veya bilimsel araştırmaları dini söylemlere yama yapmak kendini tatminden öte bir anlam içermiyor. Sanki din, insanları yaşadığı halihazırdan veya çağdan koparan bir engele bürünüyor. Hem de realiteden ve rasyonaliteden kopan toplulukların hali ortadayken… Kopuş o kadar derin ki hâlâ paralel evrende ütopik ve sürrealist bir dünya kurabiliyor, kendilerine muhtaç insanlığı kurtarma(!) idealiyle yanıp tutuşabiliyorlar!

Öğrencilere yönelttiğim bir diğer soru da şuydu: Şimdi bu konular etrafında din dediğimizde hangi zemindeki dini (anlayışı) kastediyoruz? Belki de bu üç zeminin ortak bileşkesi/etkileşimi o dinin genel niteliğini taşıyor. Bütün bu zeminleri kesin sınırlarla birbirinden ayırmak mümkün olmadığına göre çeşitli versiyonları ve izdüşümleriyle İslam oldukça farklı anlaşılıyor ve çok çeşitli tatbik ediliyor. Buna devletin siyasi/hukuki çerçevesini belirleyen ve bir zamanlar uygulanan ‘resmi İslam’ da eklenebilir. Ama konumuz dışında.

En güncel soru ise İslam’ın Irak, İran, Afganistan, Mısır, Türkiye gibi ülkelerde değil, gelişmiş/modern toplumlarda nasıl bir şekil alacağıdır. Umulur ki bu tecrübe Müslüman topluluklar için de lokomotif bir işlev görür. Çünkü kendi iç dinamikleriyle bir tecdit hareketi son birkaç asırdır başarılı olamadı. ‘Entegrist’, gelenekçi veya İslamcı yaklaşımları temsil edenler, büyük ölçüde yığınların kimliklerindeki susuzluğu gideren musluğun başında bulundular/bulunuyorlar. Ancak İslam’ı çağın gereklerine uygun sağlıklı bir zemine oturtmak zaten onlardan beklenemez(di).

İslam günümüzde değişik cemiyet, grup, örgüt, tarikat yapılarıyla temsil ediliyor. (Devlet bazında da şimdilik İran, Arabistan ve Afganistan gibi örnekler var.) Her yapının kendine has İslami söylem ve çıkarımları var. Bu söylem ve çıkarımlar o yapılar içinde coğrafik/kültürel özelliklerle birlikte yaşanan dinî bir hayata dönüşüyor. Her yapı, genellikle İslam’ı en doğru kendisinin temsil ettiğini, mutlak hakikatin de kendinde olduğunu ve her problemi çözeceğini ima eden totaliter bir yaklaşım sergiliyor. Bazıları buna itiraz edecektir ama söylemlerini analiz ettiğinizde bana hak vereceksiniz. Her yapıda idealize edilen kişilikler, şahıs kültünün her daim canlı tutulduğu idoller var. Ortadoğu kültürünün/zihniyetinin neredeyse vazgeçilmezidir bu. Hemen hemen her yapı, sayısız galaksi ve canlının (sekiz milyar insanın) yaratıcısı Evrenin Sahibi’nin kendi yanında olduğuna, hatta sadece kendileriyle ilgilendiğine inanıyor. Evet, resmen buna inanıyorlar! ‘Seçilmişlik’lerini de bu inançtan alıyorlar. Ayrıca seçilmişlik kibri, modern insanın İslam’ı algılayışını ve yeniden yorumlama isteğinin önüne geçiyor.

Modern dünyanın gündemini halihazırdaki ve yakın gelecekteki reel sosyal, ekonomik, siyasi, kültürel, bilimsel ve teknolojik gelişmeler oluştururken Müslüman coğrafya, idealize edilen, destansı bir geçmişle birlikte, açlık, fakirlik, sefalet, çatışma, tefrika, bağnazlık içinde geçen bir halihazırı yaşıyor. İnsanlığın tecrübesi evrensel değerler yerine, kurtuluşunu sadece tarihteki yaşanmışlığına, ahirette de yaşanılacağına inandığı ‘mutlu zamanlar’da arayan bir dünya bu!

İşte bu yüzden Müslümanların çoğu olumsuzluklardan dolayı genellikle ‘yaşanan din’e ‘İslam’da böyle değil’ diye mesafe koyuyor. Kendi anladığını en doğru dini versiyon sayıyor. Yaşayamadıklarını da ancak ‘göklerde yaşanan’ bir din diye idealize ederek tatmin oluyor. O idealize edilen din ile kendini özdeşleştirerek şahsi eksikliklerini ve ezikliğini gidermeye çalışıyor. Trajedi dolu genel tablo böyle. İnsanın kendini kandırmakta bu kadar ısrarcı olması ise akıllara ziyan!

İslam’ın gerçekten anlaşılması ve modern dünyada sağlıklı bir transformasyonu için yakasına yapışmış olan bu ezik ellerden yakasını kurtarması gerekiyor. Ama nasıl?

Aslında temel soru, ‘Hangi İslam?’ değil, ‘21. yüzyılda İslam/Müslümanlık nedir?’ olmalıydı! Bunun cevabı o kadar zor ki!

Letzte Aktualisierung: 12. Januar 2024
Zur Werkzeugleiste springen