Makaleler

Her şey din etrafında dönerse!

“Yuvarlak Masa” (Runder Tisch) Almanya’nın Hamm şehrinde üst bir sivil toplum platformu. Üyeleri arasında birçok kamu kurumu, siyasi parti, kilise ve çeşitli dernek temsilcileri yer alıyor. Hemen hemen aşırı sağ parti (AfD) dışında bütün toplum kesimleri temsil ediliyor. Milenyumda (2000) belediye çatısı altında kurulan platformun amacı radikalizm, ırkçılık ve şiddete karşı toplumsal duyarlılık sağlama ve faaliyetlerde bulunma.

Mesela toplantıların birinde Hamm Emniyet Müdürü, polislere demokrasiyi savunma dayanıklılığı kazandırma ile ırkçılık ve radikalizme karşı duyarlılık oluşturma projelerinden bahsetti. Bu konularda bir dizi faaliyeti hayata geçirdiklerinin altını çizdi. 

Bunlardan niçin bahsediyorum? Periyodik olarak yapılan toplantılarda hiç kimse, en başta da kilise temsilcileri, hemen konuyu İncil’e, dini söylemlere, Tanrı’ya veya Hıristiyanlığa getirmiyor. Getirip onlara bağlamıyor veya düşüncelerini oralardan gerekçelendirme ihtiyacı duymuyor ya da fikirleri için dini bir meşruiyet arayışına girmiyor. İhtiyaç da hissetmiyor. Kimse dini kimliğini, varsa eğer, öne çıkarmadığı gibi bundan kaçınıyor da. Komünist Parti, Hıristiyan Demokrat Parti, Sosyal Demokrat Parti, Yeşiller, Emniyet Müdürlüğü, Katolik ve Protestan kiliseleri, şehir kütüphanesi yanında farklı organizasyon ve kurumlardan çok farklı görüşlere sahip temsilciler masa etrafında son derece rahat demokratik bir ortamda medenice tartışabiliyor, ilgili konuya katkıda bulunuyor. Yani değişik dini kimliklere ve dünya görüşlerine sahip sivil toplum temsilcileri, radikalizm/şiddeti önleme adına bir araya gelip toplumsal bir sorumluluk yerine getiriyor. Kimse, bırakın empoze etmeyi, kendi ideolojisini, inancını veya dünya görüşünü öne çıkarmıyor. Gündem maddeleri aynı göz hizasında doğrudan ve çözüm odaklı tartışılarak oylanıyor, birlikte karara bağlanıyor. Yapısal olarak demokratik teamüller işleyince içeriklerde de mesafe alınıyor.

Meramımın net anlaşılması adına bahsettiğim bu anekdottan sonra sorumu rahatlıkla sorabilirim: Böyle bir platformu, üslubu/etiği ve insani ilişki düzeyini Müslümanlar niçin gerçekleştiremiyor? Niçin hemen her konuda din devreye sokuluyor? Veya niçin her şeye din bulaştırılıyor? “Yok efendim, bu konuda Kur’an şöyle diyor, Allah şöyle buyuruyor, bilmem şu hadiste şöyle geçiyor” vs diye niçin ilk fırsatta dini referanslara ihtiyaç duyuluyor? Evet soruyorum, niçin? Müslümanların çoğunda dine yaklaşımdaki çarpıklık tek benim mi gözüme çarpıyor acaba? Etik, estetik, entelektüel, spritüal derinlikten yoksun, varsa yoksa normatif dogmaları etrafında tavaf edilen bir din anlayışı var ortada.

Siz de fark etmişsinizdir. Müslümanların oluşturduğu sivil toplum örgütleriyle, daha doğrusu cemaat, cemiyet ve tarikatlarla Hıristiyanlarınkiler arasındaki farklar dağlar kadar. Müslümanlar, toplum düzenindeki nihai çözümleri dinde, Hıristiyanlar ise genellikle (fanatikler hariç) bilimde, demokraside, hukukta, evrensel değerlerde arar. Kutsal kitaplar yok hükmünde değildir elbette. Ama her fırsatta her konunun meşruiyetini din üzerinden açıklamaya yeltenmez kimse Almanya’da.

Sanki Müslüman zihniyette ciddi, hatta onulmaz bir sorun var! Abartmadan söylüyorum: Medeniyet, bilim, hukuk, ahlak, estetik, felsefe, edebiyat, tarih, kültür gibi insanla ilgili her alanı bir şekilde dine bulaştırmak, İslam ile gerekçelendirmek için gayret sarf ediliyor. Öyle ki her konuda din temel alınarak her şey din blokajı üzerine oturtuluyor. İbn Teymiyye, 13. yüzyılda Bağdat’ın yakılıp yıkılmasının ana sebebini İslam’ın yeterince yaşanılmamasında görmüştü. Osmanlıların son döneminde “Ne yaparız ederiz de devleti ayakta tutarız!” motivasyonuyla gelişen İslamlaşma hareketi de sanıldığı gibi modern zamanların bir ürünü değil, kökeni çok eskilere dayanır. İslam tarihinde din-saltanat ilişkisinin birbirini besleyen unsurlar taşıdığı düşünülürse bu daha net görülür.

Günümüzde de aynı tas aynı hamam! Muhafazakâr mahallede fikri ve fiili çalışmalar ağırlıklı olarak iki temel üzerine oturuyor: Din ve şahıs kültü! Türkiye, Suriye veya Mısır, hatta Avrupa’da yaşayan Müslümanlar fark etmez, günümüze kadar devam eden akımlar, Batı’ya karşı İslam’ı koruma ve din/ahlak üzerinden bir üstünlük kurma çabasından başka bir şey değil. Hayata bakış, değerler üzerinden değil de kimlik üzerinden sürdüğü sürece ne tas değişir ne de hamam! Göbek taşında terlemeye devam! Çünkü din insanlara, özellikle de yığınlara inanılmaz bir düşünce konforu sağlıyor. Bir şeyle hayatın, dünyanın en karmaşık sorunlarını, her şeyi çözme gibi sırlar, surlarla çevrili bir alan sunuyor. Söylem ve eylemlerle de sırtını “her şeye kadir” Allah’a dayadın mı tadına doyum olmuyor konforun.

Ancak… Birçok Müslüman, dini kimliğini özel hayatına çekerek radikalizm, ırkçılık, ayrımcılık, kutuplaşma, çevre kirliliği, nefret söylemi, zulüm, şiddet, savaş gibi toplumsal problemlere karşı pozisyon alma becerisi gösteremiyor. Öncelikle “kamusal/seküler alan dahil her türlü problemi İslam ile çözme” iddiası ve hayalinden vazgeçmek zor geliyor. Bilimsel, felsefi, toplumsal ve kültürel açıdan gerçekleşmesi imkânsız bir düşünceyi ısrarla savunmanın ne esprisi olabilir ki! Dinin deruni, manevi prensiplerinden belli ölçüde istifade edebilir isteyen, ama günümüzün heterojen toplum yapılarında ortak payda olamayacağını tespit için sosyolog olmaya gerek var mı?

Kierkegaard’ın dediği gibi “açıklanması gereken her durumu tek bir sistem üzerinden ifade etme çabasına” girmek ne kadar doğru! Din veya başka bir ideoloji arka planıyla total bir sistem, devasa karmaşık problemleri nasıl çözebilir? Hem her durumu bir sistem üzerinden açıklamak, ister Aydınlanmacıların teziyle sadece rasyonel, isterse bir inanç sistemi olsun, insanı zorunlu olarak bir araç haline getiriyor. Gelişmemiş toplumlarda bir hayal/ideal uğruna araçsallaştırılan insana bir malzemeden öteye de değer atfedilmiyor zaten. Dileyen geri kalmış toplumlardaki insan manzaralarına bir göz atabilir.

Muhafazakâr mahallede düşüncelerin din merkezli/kaynaklı seyretmesinin çok sayıda sebepleri sıralanabilir. Bir kısım Müslümanların siyaset ve felsefeyi şeytanlaştırması belki en önemlilerinden. Müslüman memleketlerde sorunların temelinde de aslında bu iki alandaki bilinç eksikliği yatar ki tam trajiktir. Yeri gelmişken altını çizelim: Tanrı karşısına insanı oturtarak, tanrıyı da kendi safına çekip insan zekasının ürünü siyaset ve felsefe ile bir hesaplaşma içine giriliyor sanki. Bellik ki dini yüceltmenin yolu siyaset ve felsefeyi küçümsemekten veya şeytanlaştırmaktan geçiyor. Bir kısım Müslümanlar ise dinle siyaseti tamamen birbirine karıştırmakla kalmıyor, dini konuları siyasi amaçları uğruna meze yapmaktan bile kaçınmıyor. Dahası siyaseti particilik, felsefeyi de insanı sapkınlığa taşıyan mental faaliyetmiş gibi algılayan aptalca bir yaklaşım var. Sınırları belirlenmemiş veya ne idüğü belirsiz siyaset, parti, felsefe, din bulamacından lezzetli bir aşure çıkmayacağı ortada.

İşte muhafazakâr çevrelerin internet sitelerinde sıkça rastlanan akla ziyan bir yorum: “Sadece anlatılan fakat temsilini bulmayan din, felsefedir. Felsefenin de hayatımızda bir şey ifade etmemesinin sebebi amel, ibadet ve gereklilik boyutunun olmamasıdır.” Bu aklıevvele göre felsefe bir dinmiş ve hayatta bir şey ifade etmiyormuş! Gelişmiş toplumlar yüzyıllardır boşuna felsefeyle uğraşmışlar desene… Siyaset zaten şeytan işiymiş? Tam bir dinci softa mantığı! Dini katı bir ideoloji haline getirmesi de cabası! Felsefe ve siyaset ‘malayani’ alana hapsedilince işte geriye kalan: Her fazileti, ilerlemeyi, çözümü sadece dinde gören ve sırları kendinden menkul bir alan. Din üstünlükçü total(iter) bir konfor alanı!

Max Weber, sosyal bilimlerde sonsuz geçerli kavramın olmadığı tespitiyle önemli bir noktaya işaret eder. Yani zamanla kavramların anlamları değişebilmekte, daralıp genişleyebilmektedir. Fakat dini kavramların birçoğu sonsuz geçerlidir! Ne yapacağız şimdi? Sadece kavramlarla da iş bitmiyor, bir de kamusal alan var. Bu alan, dini normlarla biçimlendirilmeye kalkışıldığında da devlet otoritesiyle çatışma durumu patlak veriyor. Meşruiyet iki farklı güce (anayasa ve Tanrı) dayandığında seküler ve dini alanların çatışması kaçınılmaz oluyor. Ne yapacağız o zaman? Halbuki gelişmiş toplumlarda anayasa her şeyin üzerindedir ve din özgürlüğünü de kapsar. Yani kutsal kitaplar anayasanın üzerinde değerlendirilmez. Burada alt üst meselesi nitelik açısından değil, devlet düzeninin sağlıklı işlemesi açısındandır. Hukuk birincil, din ikincil konumdadır. Müslüman çevrelerce yeterince anlaşıl(a)mayan problemlerden biridir bu.

Oysa devletin din değil, öncelikle hukuk ve adalet etrafında döndüğü kadimden beri bilinir. Din etrafında döndüğü zamanlar da olmuştur, ama nasıl? Hâlâ da vardır Afganistan, Suudi Arabistan, İran gibi! Buralarda adâlet, etik, özgürlükler, ne bileyim bilim sadece inanç üzerinden, her şey dönüp dolaşıp din üzerinden okunmaya çalışılır. Aynen Orta Çağ Avrupa’sında da teolojinin başat bilim olduğu gibi. Fakat toplumlar sadece bir aşiret, cemaat, siyasi klik, ideolojik grup veya inanç ve dünya görüşünden oluşmadığına göre devlet sistemi nasıl işleyecek? Müslümanlar, gelişmiş liberal demokrasilerde anayasal haklar çerçevesinde önemli ölçüde inançlarını rahatça yaşayabiliyor. Hatta hiçbir İslam memleketinde veya geldikleri ülkelerde sahip olamayacakları kadar… Ama ne gariptir ki gelişmiş toplumlarda her şey din etrafında dönmezken, birçok Müslüman sadece din etrafında dönme özgürlüğünün tadını çıkarıyor.

Tekrar soralım: Müslümanların hakikat tekelciliğini biraz nadasa bırakarak dini özel hayatlarına çekme bilincinin vakti hâlâ gelmedi mi? Yuvarlak Masa örneğindeki gibi elin uşağı medenice oturup sosyal, siyasi problemlerine ortak çözümler ararken Müslümanlar, niçin böyle bir beceriye/niteliğe sahip olmadıklarını ne zaman sorgulayacak?

Aslında şu noktalardan başlayabilirler; radikalizm, ırkçılık, ayrımcılık, kutuplaştırma, çevre kirliliği, nefret söylemi, şiddet, savaş gibi toplumsal problemlerin çözümü üzerine argümanlar toplayarak… Çoğulcu demokrasi ile hukuk devletini niçin/nasıl savunmaları gerektiği üzerine düşünerek… Ama dini kaynakları referans göstermeksizin! Bir süreliğine dinin etki/konfor alanından çıkıp, hukuk ve etik yörüngesine girerek… Sosyal/siyasi olayları kuş bakışıyla belli mesafeden daha gerçekçi ve sağlıklı değerlendirerek… Belki biraz seküler düşünme becerisi kazanan Müslümanlar problemlerine daha rasyonel ve reel çözümler üretebilirler böylece. Kim bilir?

Bütün toplumların doğası gereği heterojen olduğu (Habermas) kabul edilirse hiçbir din ve inanç sistemi evrensel bir fenomen olamaz; İslam da dahil. Çünkü yedinci yüzyılın ilk yarısındaki şartlara göre gelişen tarihi bir başlangıcı var. Arap kültürünün özelliklerine ve o bölgenin kültürel yapısına göre şekillendiği biliniyor. Mesela Kur’an’daki Hz. İsa anlatısındaki baba-oğul ilişkisi Antik Yunan ve Kudüs bölgesinde yaşayan Hıristiyanlarınki gibi metaforik anlamda değil, Doğu Şam bölgesinde 4. yy’dan itibaren gelişen biyolojik anlamda bir ilişkidir. Tek tek sure ve ayetlerin sebeb-i nüzulüne göz atıldığında Arap kültürü ve yakın coğrafyadaki bölgesel olayların yorumlanarak ayetlere sindiği apaçık görülür.

İstenen ideal bir durumu oluşturmak için deklare ettiği prensiplerle insan ve toplumun doğasını biçimlendirmeye çalışır. Din, varlığın ne olup olmadığını açıklayan evrensel ve yegâne norm kataloğu da değildir. Daha çok dünyayı ve hayatı, ahirete dönük olarak veya ahiret yörüngeli açıklama biçimidir. Her olayı/olguyu bir Yaratıcı (katı bir tevhit inancı) ve ahiret üzerinden değerlendirmesi belki de İslam’ı diğer dinlerden ayıran en önemli özelliklerinden sayılabilir.

İslam’ın düşünce ve pratikteki uygulamalarının değişim tarihine bakıldığında bundan sonraki süreç hakkında da tutarlı bir fikir sahibi olunabilir.

Muhammet Mertek

 

Letzte Aktualisierung: 13. Juli 2023
Zur Werkzeugleiste springen