Makaleler

Yeni bir hikâye: Bakım (Care) Ekonomisi

Bazı kitaplar vardır, zihninizde zamanla oluşturduğunuz, ama aralarındaki boşluklardan dolayı bütünleştiremediğiniz bakış açılarını birbirine bağlar. Fikirleriniz ayrı bir berraklığa ulaşır okudukça. İçinizden gele gele “İşte bu!” dersiniz.

Kültür tarihçisi, sistem bilimci, sosyolog ve avukat Riane Eisler’in “Ekonominin Yanlış Değerlendirilen Temelleri – Bakım Ekonomisine Giden Yollar” (Die verkannten Grundlagen der Ökonomie, Büchner Verlag 2020) adlı kitabı kesinlikle bunlardan biri. Başlığını okuyunca “Ne menem şeymiş şu ekonominin temelleri” diye merak ettim ve okudum.

Almanca çevirisi, korona virüsünün dünyayı sarstığı bir zamanda (2020) yayınlandı. Giriş kısmını yazan Ernst Ulrich von Weizsäcker, “Darvin’in ‘Türlerin Kökeni’nden beri çıkan en önemli kitap” diye bir nitelemeye yer veriyor.

Ekonominin can alıcı noktalarına dokunurken yazarın hayat serüveni ve deneyimlerini de aktarması deneme türündeki eserine ayrı bir derinlik kazandırıyor.

Eisler, henüz sekiz yaşındayken ailesiyle birlikte 1939’da Viyana’dan Küba’ya kaçar. Orada kadın, erkek ve çocuklar için fakirliğin ne olduğunu öğrenir. Önceden belli bir refah seviyesinde yaşarken Havanna’da bir müddet yıkık dökük otel ve pansiyon köşelerinde hayat sürerler. Babası ufak bir işletme açınca durumları biraz düzelir. Fakat Küba’daki elitler ve yolsuz siyasetçiler lüks/şatafat içinde yaşarken etrafındaki fakir insanların nasıl bir sefalet/açlık içinde kıvrandıklarına şahitlik eder. Talihsizlik peşini bırakmaz. Savaşın sona ermesiyle yakın akrabalarından birçok kişinin Naziler tarafından öldürüldüklerini öğrenmesi hayata bakışını tümden değiştirir.

Daha sonra ailecek Amerika’ya göç ederler. Felsefe, sanat, ekonomi, sosyoloji, pedagoji, psikoloji, siyaset bilim ve sağlık sektörü gibi alanlarda interdisipliner araştırmalar yapması trajedilerle dolu biyografisinin sonucu olsa gerek.

“Hayatım boyunca nasıl böyle şeylerin olabileceği ve bir daha benzer şeylerin asla yaşanmamasından nasıl emin olabileceğimiz sorularına cevaplar aradım. Bu arayış, sonunda uzun yıllar interdisipliner ve kültürlerüstü tarih araştırmalarıma yol açtı. Araştırmalarım “paylaşıma veya tahakküme dayalı sistem” diye yeni toplum bilimsel kategorilerin keşfiyle sonuçlandı.” Paylaşıma dayalı toplumsal kültür için İskandinav ülkeleri, tahakküme dayalı kültür için ise Ortadoğu ülkeleri örnek gösterilebilir.

Kitabın ana omurgasını işte bu iki kategorinin ekonomi, siyaset, ahlak, kültür, toplum, teknoloji gibi farklı alanlarda ele alınması oluşturuyor. Çıkış noktası ise insanın acılardan kaçınma, acı korkusu, güç ve statü kaybı, kendi refahını yakalama gibi en temel motivasyon ve kaygıları.

Yazara göre paylaşıma dayalı sistemde bütün toplumsal/ekonomik kurumları ve ilişkileri etkileyen dört temel unsur var:

  1. Demokratik ve eşitlikçi aile ve toplum yapısı
  2. İstismar ve şiddetin minimize edilmesi (düşük ölçekte olması)
  3. Kadın ve erkek arasındaki ilişkilerde eşit hakların gözetilmesi
  4. Karşılıklı saygıya, sorumluluğa ve kazanca dayalı ilişkileri teşvik eden değer ve hikâyelerin bulunması.

Bu unsurlar Norveç, İsveç ve Finlandiya gibi ülkeler örneklendirilerek açıklanıyor. Her ne kadar bazı araştırmacılar, bu ülkelerin insani gelişme, mutluluk gibi endekslerde ve ekonomide gelişmişliklerini oldukça homojen bir nüfusa sahip ufak ülke olmalarına bağlasalar da hemen hemen yukarıdaki dört unsurun yaşandığı paylaşım ağırlıklı bir kültür gözden kaçmıyor. Oysa bu ülkeler 20. yy başlarında derin bir sefalet içindeydiler. Hayat standardı ve ortalama yaşam süresi çok düşük idi. Açlık felaketi kapıyı çalınca kitleler halinde Amerika ve başka ülkelere göç etmek zorunda kaldılar. Fakat nasıl oldu da yüz yıl içinde Birleşmiş Milletler raporlarına göre dünyada hayat kalitesinin en yüksek olduğu ülkeler arasına girdiler? Eisler bunu paylaşıma dayalı bir aile, kültür, toplum ve devlet yapısına bağlıyor. Örneğin bu kültürlerde doğanın yaşamı devam ettiren özelliklerine karakteristik olarak yönelme ve sosyobiyolojik dersler çıkarma, çevre hareketinin önemli bir parçasıdır.

Diğer yandan aynı büyüklüğe ve homojen nüfusa sahip olmalarına rağmen Ortadoğu’nun petrol zengini ülkelerinde varsıl yoksul arasında büyük bir uçurum var. Tahakküme dayalı sistemlerdeki tipik eşitsizlik ve adaletsizlikler de hakeza. Yani böylesi ülkelerde belli bir grup veya klan, gücü/otoriteyi kendi lehine ele geçirip diğer toplum kesimlerini baskı altında tutmayı amaçlar. Bu durumdan emperyalist güçlerin dış etkilerinin önemli bir sorumluluğu olduğunu düşünen yaklaşımlar olsa da bu kanaat nihai sonucun bu olduğu gerçeğini değiştirmez.

Yazar, aşırı tüketim ve israfı bu kültürün en tipik özelliklerinden sayıyor: İster Roma’daki aşırı/lüks kutlamalar olsun isterse günümüzün süper zenginlerinin milyonları harcadıkları partiler veya kralların, diktatörlerin, despot yöneticilerin debdebeli sarayları, lüks villaları olsun model değişmez: Üst/zengin tabaka ülke kaynaklarını israf ederken alt tabakalar arta kalanla yetinmek zorunda kalır! Nitekim tahakküme dayalı ekonomilerde kaynaklar orantısız biçimde yukarı doğru dağıtılarak yapay bir kıtlık/darlık meydana getirilir. Kesenin ağzı daha iyi eğitim, sağlık hizmetleri ve toplumun “beşerî sermayesi” adına diğer yatırım alanlarına açılmazken silah ve askeri alanlara inanılmaz bütçeler ayrılır.

Bu sistemde sadece maddi kaynaklar israf edilmekle kalmaz, duygusal kaynaklar da istismar edilir: Aileden devlete kadar yukarıdan aşağıya otoriter hiyerarşik yapılar; güven, şefkat ve bakıma karşı sanal bir kale oluşturur. Mülkiyet ve diğer insanlar üzerindeki kontrol, insanın temel ihtiyaçlarını karşılamanın yerine geçer. Böylece insanların sevgiye, güvenliğe ve güvene olan duygusal açlıkları araçsallaştırılarak reklam ve propagandalarla yerine getirilemeyen bu ihtiyaçları üzerinden zenginliklerini katlarlar. Hatta maddi ve toplumsal eksikliklerden kaynaklanan stres, duygusal ve nörokimyasal reaksiyonlara yol açar; aynen otoriter aile yapılarındaki çocuk ebeveyn ilişkileri gibi. Tahakküme dayalı ekonomi piramidinin alt tabakalarına ait olanlar, kendilerini çoğunlukla üzerlerindeki hâkim güçle özdeşleştirir. Ekonomik kaynakları kontrol edenlere karşı bir tür bağımlılık ve korku duygusu gelişir. Yığınlar, durumun gerçekte nasıl olduğunu anlamayı reddettikleri gibi kendilerini sömüren ve baskı altında tutanları idealize ederler. Bu sebeple açlık sınırında yaşayan insanların, hayal kırıklıkları ve acılarının sorumluluğunu kendilerini yönetenlere değil de azınlıklara veya siyasi/dini yönetici kadronun düşman olarak hedef gösterdiklerine yüklemeleri sıklıkla görülür.

Global ölçekte ise dünyanın en büyük 100 ekonomisinin %51’i devletlere değil, mega işletmelere ait olması korkunç tabloyu ortaya koyuyor. Büyük şirketler toplulukları, ekonomik güçlerini sağlamlaştırarak tahakküm kurmanın enstrümanları haline geldiler. Pazarları onlar kontrol ediyor. Etkin reklam stratejileriyle tüketicilerin alışveriş davranışlarını ve tüketim biçimlerini etkileyebiliyorlar. Dahası legal ve illegal yollarla siyasete yön veriyorlar. Hem de bu inanılmaz ekonomi ve siyasi gücü tek tek değil, dayanışma içinde kullanıyorlar. Uzmanlara göre insan ve doğayı istismar eden bu azman çevreleri ancak katı hukuki düzenlemeler durdurabilir. Dolayısıyla adaletli ve kalıcı bir ekonomik düzen için işletmelerin küçülmesi ve faaliyet alanlarının yerel olarak sınırlandırılmalarının altı çiziliyor.

Ayrıca Batı kültürünün temeli sayılan antik kültürün ve Yahudi-Hıristiyan geleneğinin tahakküme dayalı yapısı da eleştiriliyor eserde. Bugünkü batılı ekonomi sistemlerinde tarihten gelen bu kültürün etkilerinden bahsediliyor. 

Eisler’e göre “kapitalizm ve sosyalizmin üstünlüğe dayalı sistemleri yerine ekonominin ne olduğu ve olabileceği konusunda yeni bir hikâyeye ihtiyaç var. Bu anlatının anahtar unsuru yeni bir ekonomi teorisi olmalıdır. Kapitalizm ve sosyalizmin paylaşıma dayalı unsurlarını alan, ama bu teorilerin de ötesinde bütün insani ihtiyaçları, potansiyel besin maddelerini ve çevreyi korumayı garanti altına alacak bir teoriye.”

Fakat burada önemli olan bir toplumda paylaşıma veya tahakküme dayalı bir kültürden hangisinin ağırlıklı olup olmadığıdır. Bir toplumda tahakkümün etkili olduğu bir sistem varsa zamanla bunun paylaşıma dayalı bir kültüre evirilmesi gerekmektedir. Böyle bir evrilmeye evvela ailede başlanılmalı, sonra gittikçe diğer kurumlara yaygınlaştırılmalıdır. Yani sağlıklı bir ekonomik sistem, bütün kurumlarda tahakküm yarışından paylaşıma doğru bir değişimin sağlanmasıyla geçekleşebilir.

Eğer ailelerde geçerli olan kural ve normlar; katılım, empati, dürüstlük ve bakıma/şefkate değer vermeyi yansıtır ve buna göre davranış sergilemeleri desteklenirse insanlar diğer kurumlarda da ilişki biçimlerini bu örneğe/modele göre pratiğe geçirebilirler. Paylaşıma dayalı aile yapılarının adaletli/demokratik bir ekonomi ve toplum oluşumuna etkisi tartışılmaz. Aynı şekilde ekonomi ve toplum da aile yapılarını etkiler. Nitekim aile, okul ve dinden başlayarak siyaset ve ekonomiye kadar her türlü toplumsal kurum karşılıklı birbirlerine dayanan interaktif bir bütün oluşturur.

Yazar, ekonomi ve teknolojinin insan mutluluğunu, yaşam kalitesini ve doğal çevresini doğrudan nasıl etkilediğini, Caring* Economy**’nin bireysel ve siyasi zeminde nasıl bir toplumsal değişimle gerçekleşebileceğini birkaç bölümde işliyor. Teknolojiyi üç ana gruba ayırıyor: Birincisi; varoluşumuzu, bedensel sağlığımızı ve çevremizi koruyan, yaşamı iyileştiren/kolaylaştıran teknolojiler; ziraat, dokuma, inşaat, iletişim, ulaşım ve diğer temel ihtiyaçlar gibi. İkinci tip teknolojiler, insanın kendini gerçekleştirdiği, bilinç, akıl, merhamet, yaratıcılık ve sevgi gibi potansiyellerini ortaya çıkaran teknolojiler. Bunlar, insanın sevgi dolu ilişkilere, hayatı anlamlandırmaya, adalete ve özgürlüğe olan derin hasretini tatmin etmede yardımcı olan teknolojiler. En eski örnekleri müzik, sanat, meditasyon ve maneviyatı besleyen diğer metotlar. Üçüncüsü ise ilk ikisinden tamamen ayrılan tahrip/yıkım teknolojileri; bunlar yapma yerine yıkıma, yok etmeye yönelik atom ve bakteriyel olanlar dahil bilumum silah çeşitleri. Kanımca tahakküme dayalı değer yargılarına sahip çevrelerin robot ve yapay zekâ çalışmaları da bu açıdan ele alınabilir.

Peki eşitsizlik, fakirlik ve tahribat üreten bir ekonominin kökeninde ne olabilir? Kadınları ve onlara tevdi edilen bakım (Care, Fürsorge***) işlerini değersiz gören bir toplum, diyor Eisler. Toplum değişmeden paylaşıma dayalı ne bir kültür ne de ekonomi oluşur. Toplum ise ancak ahlaklı bireylerle bir değişim/dönüşüm geçirebilir.

Fakat burada Eisler haklı olarak kolektif vurgulandığı ölçüde ahlakın zayıfladığının altını çiziyor. Çünkü sadece bireyler özne olarak kendi iradesiyle (Selbstbestimmung) erdemleri eyleme dönüştürebilir. Kolektif (cemaatçi) yaklaşımlarla ve harici bir özne veya otorite tarafından dayatmayla (Fremdbestimmung) ahlak oluşmaz.

Girişte “Ne menem şeymiş şu ekonominin temelleri” diye merak ettiğim ilginç bakış açıları sadece bunlar değil elbette. Tek tek üzerinde durulan ekonomik sektörlere, “Liberal çoğulculuk, özgürlük ilkesi sayesinde samimi toplumsal bağlara dayanır.” (Norman Barry) gibi tezlere, ekonomi ve siyasetin stresle derin ilişkisine girmedim mesela. Özetle kitap, ekonominin insan hayatının her alanına nasıl dokunduğunu, bireyin de ekonomiyi nasıl etkileyebileceğini gerçekten interdisipliner bir kıvamda anlatıyor.

Eisner, bu sıradışı çalışmasıyla dünya kamuoyuna içten bir kurtuluş çağrısında bulunuyor, hem de boğazını yırtarcasına bir çığlıkla.

Muhammet Mertek

Dipnotlar:

* “Care” İngilizcede “ilgili, düşünceli, şefkatli” gibi anlamlara gelir. Bir kişinin başkalarına karşı ilgi, sevgi ve şefkat gösterme eylemi veya tutumunu ifade eder. Başkalarının ihtiyaçlarını anlamayı ve onlara yardım etmeye çalışmayı hedefler. Empati, anlayış, hoşgörü ve saygı gibi değerleri içerir. İlgilenmek, başkalarının mutluluğunu ve refahını önemsemek, duygusal ve fiziksel destek sağlamak anlamına gelir. “Care” sözcüğü, hem bireyler arasındaki kişisel ilişkilerde hem de toplumda genel olarak insanların birbirine destek olmasını ve insanlığın refahına katkıda bulunmasını vurgular.

** “Caring economy”, ekonomi ve sosyal politika alanlarında kullanılan bir kavramdır. Türkçe olarak “bakım ekonomisi” veya “ilgi ekonomisi” denebilir. Bakım ekonomisi, bir ekonomide bakım hizmetlerine ve emeğine odaklanan bir yaklaşımı ifade eder. Geleneksel olarak ekonomi üretim, tüketim ve ticaret ile ilişkilendirilirken, bakım ekonomisi insanların ihtiyaç duydukları bakım hizmetlerini sağlamak ve bu hizmetleri üretmek için gereken emeği vurgular. Bakım ekonomisi, çocuk bakımı, yaşlı bakımı, hastane hizmetleri, ev temizliği, hasta bakımı gibi alanları kapsar. Bu tür hizmetler genellikle kadınlar tarafından sağlanır ve sıklıkla ev içinde veya gönüllü olarak gerçekleştirilir. Ancak, bakım ekonomisi kavramı, bu hizmetlerin ekonomik değerinin anlaşılması ve bu alanlardaki emeğin tanınmasını öne çıkarır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve iş bölümündeki adaletsizlik gibi konuları ele alır. Aynı zamanda, bakım hizmetlerine erişimin sağlanması, kaliteli bakım hizmetlerinin sunulması ve bakım emeği gösteren kişilere adil ve sürdürülebilir bir şekilde değer verilmesi gibi politik tartışmaları da kapsar. Yani ekonomik sistemlerin bakım hizmetlerini tanıma, destekleme ve sürdürülebilir bir şekilde düzenleme ihtiyacını dile getirir. Son zamanlarda kadınların işgücüne katılımını teşvik etmek, ailelerin bakım sorumluluklarını dengede tutmak ve sosyal refahı artırmak için önemli bir kavram haline gelmiştir.

*** “Fürsorge (Caring)” Almancada “bakım” veya “ilgi gösterme” anlamına gelir, yani başkalarının ihtiyaçlarını anlamak, onlara yardım etmek, sevgi ve saygıyla ilgilenmektir. Bir kişiye veya bir şeye karşı duyulan koruyucu, destekleyici ve dikkatli davranma şeklini ifade eder. Bunun için de empati, anlayış, hoşgörü ve sabır gerekir. Genellikle aile içinde, yakın ilişkilerde veya sağlık hizmetleri gibi profesyonel bakım alanlarında ortaya çıkar. Bir kişinin fiziksel, duygusal, zihinsel veya sosyal ihtiyaçlarına yönelik ilgi ve özeni ifade eder. Örneğin, bir ebeveynin çocuğuna karşı gösterdiği sevgi ve ilgi, bir eşin diğerine sağladığı destek ve güvence veya bir sağlık uzmanının hastalarına verdiği tedavi ve bakım gibi durumlar için kullanılabilir. İnsan ilişkilerinin sağlıklı ve destekleyici olmasına yardımcı olan önemli bir değerdir.

 

 

 

 

Letzte Aktualisierung: 25. Juni 2023
Zur Werkzeugleiste springen