Makaleler

İnsan araç mıdır yoksa amaç mı?

“Bizzat Sparta yasalarında, insanları amaç değil araç olarak gören tehlikeli bir ilkeden bahsediliyordu. Böylece doğal hukuk ve ahlakın temelleri yasal biçimde yıkılmıştı. Sadece bu ahlaka araç olacak kadar değere sahip bir şeyi elde etmek için tüm ahlaktan vazgeçilmişti.”

Geçenlerde Friedrich Schiller’in “Lykurgus ve Solon Yasaları” adlı eserini karıştırırken rastladım bu satırlara. Eserinde “Devlet ve insan bilgisi üzerine şaheser” dediği Lykurgus (MÖ 800-730) yasalarını inceliyor.

Her yönüyle güçlü bir devletin ortaya çıkması bu yasalarla sağlanacaktı. Devlete biat ederek görevini yapmak, tek ahlaki değer olmuştu. Araç (yani insan), amaca uygun hareket ettiği sürece meşruiyet kazanacaktı.

Oysa bir devlete/otoriteye veya kutsal bir amaca hizmet etme sorumluluğu, insanı araca dönüştürebilir. Tarih boyunca insan, farklı çıkarlar uğruna ‘araç’ olarak kullanılmamış mıdır zaten!

Gök kubbe altında söylenmemiş bir söz arıyorsanız beyhude dercesine felsefenin de ilgisini çeker bu ilginç nokta.

Immanuel Kant’ın “kategorik imperativ” ahlak anlayışındaki üç temel ilkeden biri, konuya şöyle açıklık getirir: “İnsanlığı, kendinde ve başkalarında, bir araç olarak değil de her zaman bir amaç olarak görecek şekilde davran!” Kendi rızasıyla veya zorunlu olarak başka birilerinin çıkarı adına ‘nesne’ muamelesi görmek insani değil en azından. Fakat onuru rencide edilmediği sürece bazen faydalı bir gaye için “araç” görevi üstlenebilir insan. Mahzuru yok. Problem onun çıkar maksadıyla araç olarak kullanılmasında.

Friedrich Hegel’in bireyi tarihin ilerlemesi adına küçük bir araç olarak nitelemesi de şaşırtıcıdır. Hayatın anlamı ve mutluluk gibi sorular bile önemsizdir onun için. Etik, siyasi ve toplumsal kuralların toplamından oluşan bir dünyada insan ruhu (tin) aklın öncülüğünde nesneleşmiştir. Bazı Aydınlanma filozofları, insanın varoluşunu “her şeyi açıklayan akıl” üzerinden tanımlamaya çalışarak onu bir araç/nesne seviyesine indirger. Aynı şekilde bazı Müslümanların da “her şeyi açıklayan din” üzerinden insanı araçsallaştırması, farklı kulvarlarda garip bir düşünce benzeşmesidir.

Bu bağlamda dinler önemli ölçüde insanın kendi rızasıyla araca dönüşmesine katkı sağlar. Zamanın Avrupa halkları “Tanrı böyle istedi!” mottosunu benimseyerek barbarca haçlı seferlerine çıkmadı mı? Otuz yıl süren (1618-48) din savaşlarında kiliselerin araç haline getirdiği milyonlar yaşamını yitirdi. Bu savaşlardan sonra oluşan Mutlakıyet rejimleri, insana araç olmaktan öte bir kıymet vadedemedi. Belki de Fransız ihtilali, insanın nesne olarak sömürülmesine bir başkaldırıydı…

Hangi coğrafyada olursa olsun otokrat/despotik rejimlerde veya ideolojik topluluklarda insan, kemiyetten ibaret bir ‘araç’ olarak kullanılır genellikle. İşin tuhaf tarafı, efsunlu ideallerin gölgesinde ‘araç muamelesi’ görmeyi yadsımayan insanların, o rejim veya ideolojinin ‘keskin inançlıları’ haline gelmeleri ki akıllara ziyan.

Sadece batıda değil doğuda da insan büyük ölçüde araç muamelesi görür. Hatta doğuda insanın araçsallaştırılması daha köklü bir geleneğe sahiptir. Ortadoğu toplumlarının kadimden beri onulmaz kaderinin başat esprisi insanı araçsallaştırmada saklıdır, dense sezadır. Eğer öyleyse böyle bir zihniyette hümanist, insan merkezli bir kültür boy verebilir mi?

Gerçekten insan, İslam anlayışına göre amaç mıdır, yoksa araç mı? Cevabı bir çırpıda vermek hiç de kolay değil. Çünkü soru, başka izah isteyen katmanları da beraberinde getiriyor. Hangi Müslüman, hangi İslam, hangi mezhep, hangi coğrafyanın hangi toplulukları ve akımları vs…

Belki ortak payda şöyle formüle edilebilir: Aslında İslam’da yaratılışın ve insanın varoluşunun hikmeti, Yaratıcısına karşı sorumluluğu ile ilgilidir. Fakat genel zihniyet zamanla bunu daraltır; amacı ‘hidayet’ ve ‘Allah rızası’ olarak biçimsel veya ritüel hale getirerek ilk sırada konumlandırır. Geniş anlamda ise amaç İslam veya İslam’a hizmettir. Dolayısıyla ‘araç olan insan’ yaşamını o amaca yönelik kurgulamalıdır. Oysa “Din insan için mi, yoksa insan din için mi?” tartışmasında ‘araç olarak din’in asıl gayesi, insanı olgunlaştırıp (varoluşu Yaratıcısına nispetle doğru anlamlandırıp sorumluluklarını içselleştirerek) cennete ehil hale getirmek değil miydi?

Biçimsel bir ‘hidayet’, ne ve nasılı tartışmalı ritüeller üzerinden ‘Allah rızası’nı kazanma, bireyi ideolojik bir dava aktivistine dönüştüren “İslam’a hizmet” gibi amaçların gündelik pratiğe yansıması, dini gelenekte insanın araç olduğunu çağrıştıran birçok uygulamalar ile sonuçlanmıştır tarih boyunca ve halen…!

İşte bu cümleden uygulamalara birkaç örnek:

  • Kolektif yaklaşımı öne çıkarıp bireyi ve ihtiyaçlarını ötelemek
  • Sadece ait olduğu gruba hizmet ettiği ve orada işe yaradığı ölçüde insana kıymet vermek
  • İnsanı daha faydalı/etkin kılma, ahlaki prensipleri hayata geçirmek için bireysel kişiliğinin sürekli açmasını desteklemek yerine, benliğini biçimlendirmeye ve topluluğun rengine boyamaya çalışmak

‘Kutsal bir dava’ ana maksat olarak tanımlandığında ya da bir devlet, bir hareket veya bir kişi bu dava ile bütünleşip özdeşleştiğinde veya fetiş haline getirildiğinde, bunlara hizmet eden insan sadece bir ‘araç olma’ işlevi görür. Yani farkında olmadan bir davaya, bir devlete veya bir topluluğa hizmet eden araç hüviyeti kazanır. Hayatı, kendi çeşitliliği içinde yaşamak yerine, daha dar alanla sınırlandırma yolu seçilir böylece.

Dinde (özellikle tasavvufi ve manevi açıdan) insanın iç dönüşümünün de öncelendiği varsayımından hareketle bir itiraz gelebilir. Ancak insanın iç dönüşümünden anlaşılan, onun özgün ve özgür bir bireye dönüşümü değil, kolektif bir anlayışa daha uyumlu hale getiren bilinç ve karakter eğitimidir. ‘Bireyin çiçek açması’ metaforunun arkasındaki asıl hedefin de kolektif yapı içerisinde uyumluluğu gözetmek olduğunu anlamak için Einstein olmak gerekmez! Yoksa onun temel ihtiyaçlarını karşılamak ve sadece insan olduğu gerekçesiyle ona değer atfetmek değil elbette. Neticede ‘araç’ın yürüdüğü yolda kaderine boyun eğmekten başka çaresi de kalmaz. Yolun menzilindeki maksat hatırına başa gelene sabırla katlanmanın salık verilmesi bu yüzden olsa gerek.

İnsanı araç olarak gören gelenekçi statüko, hiçbir zaman eleştirel bir durum saptaması veya dökümü de ortaya koyamaz. Çünkü statüko ile eleştirel düşünce yan yana gelmeyen, dahası birbirinden nefret eden iki kavramdır. Potansiyel farklı habitatlara sahip insan -maksada uygun mobilize edilebilmek için- sürekli topluluğa uyumlu bir bilinç ve karakter eğitiminden geçirilir. Bilgi kaynaklarındaki (yani ehli sünnet literatüründeki) çeşitlilik ve ihtilaflar görmezden gelinip ya da hoşa gitmeyenler ötekileştirilip sanki tek bir görüş/yorum varmış gibi dayatmacı bir tutum, zihinsel/duygusal konfor alanının devamını sağlama ihtiyacından kaynaklanır. Çünkü ancak bu düşünce konforu sayesinde zihin bulanması ve akıl karışması önlenmeye çalışılır. Bu durum, dini açıdan da sakıncalıdır! Öyle ya Allah tüm insanları her şeyi ile tek tip yaratmıştır! Siyah-beyaz dikotomisi içinde pişirilen her düşünce, gelenekçi şablona uygun olmalıdır. Nasıl olsa çarpık zihniyette “aklın hilesi” (Hegel) bitmez. Nitekim topluluklardaki çatışmalar, çoğunlukla gücü elinde tutan ve “kutsal amacı” en iyi kendilerinin temsil ettiğini görenlerle ‘araç’ görülen ama daha güçsüz insanlar arasında yaşanır. Bu arada birey/özgür olmaya çalışanlar o güce biat etmediğinden kolayca ve hızlıca harcanır. Ama nihayetinde “harcanan” kazanır…

İnsanların içinde yaşadığı sosyal çevreden etkilendikleri veya tavsiye edilen eserlerden beslendikleri bilinir. Fakat başkalarını gerçekten anlayabilmek; farklı dünya görüşlerine, hatta farklı estetik anlayışlara sahip insanların kısa süreliğine de olsa birbirlerinden haberdar olmalarına ve birbirlerinin dünyalarına girebilmelerine bağlıdır. İnanç bağlamında hakikatin ne olduğuna dair bir arayış varsa eğer, ilahi mesajı anlamlandırma ile ilgili yukarıda zikredilen çeşitliliğin de farkında olmak gerektir şüphesiz. Belki o zaman insanı “bir misyonun aracı” değil, hakikat araştırıcısının amacı olarak algılamak kolaylaşacaktır.

Peki, Müslüman zihniyetin temel kodlarıyla bu mümkün mü? Müslümanlar, hangi İslami kavramlar dokusu içinde yaşıyor ve dolaşıyor? Bu doku, gelişmiş toplumlarda halihazırda geçerli olan etik, sosyal ve kültürel değerler setiyle ne kadar uyumlu? Gelişmiş toplumlardaki ‘amaç olan insan’ ile Müslümanlardaki ‘insanı araç gören’ yaklaşım arasındaki farklar nelerdir?

Gerçekten merak ediyor, cevap ümidiyle işin uzmanlarına sormak istiyorum: Kur’an’ı Kerim’e göre veya hadisler ışığında insan araç mıdır yoksa amaç mı? Eğer insan amaç ise insanın kendisi, toplum, doğa, devlet ve din ile ilişkisini yeniden düzenlemede bir paradigma değişikliği söz konusu olabilir mi?

Antik Yunandaki Lykurgus mitolojisinde anlatılan ve yasalaşan bir olgunun günümüz toplumları ve Müslümanlar açısından hala aktüel olması gerçekten düşündürücü! Bu meseleyi çözmeden evrensel değerlerden ve insan merkezli bir yaşam perspektifinden ne kadar söz edilebilir?

Bırakın araç olmasını, baş döndürücü dijital/teknolojik dünyanın elinde oyuncak hale geldi insan! Hangi kültür ve coğrafyadan olursa olsun, insanı etik, estetik ve entelektüel bir olgunluğa taşımak, ancak amaç perspektifiyle gerçekleşebilir. Araç olarak ekilen (eğitilen) insan, amaç olarak biçilmez (yetişmez) çünkü!

Muhammet Mertek

Letzte Aktualisierung: 4. April 2024
Zur Werkzeugleiste springen