Makaleler

Bilgi hiyerarşisinde ‘kutsallaştırılan tanıklık’ üzerine bir deneme

İnsanlar gündelik bilgiye nasıl sahip olurlar? Bir konunun uzmanı yaptığı araştırma sonucu ‘yeni bilgi üretir’. Bunun dışında sıradan insan, bilgiyi konunun uzmanı olan (veya gibi görünen), ‘işi bilgi üretmek ve nakletmek olan’ kimselerden edinir. Çağımıza özel en yaygın bilgi kaynağı ise kolay ulaşılabilirliği nedeniyle internettir. Uzman olsun veya olmasın, internet ortamında çokça tekrarlanan, çoğunluğun ilgi duyduğu ve doğru gibi sunulan malumatlar ‘bilgi’ olarak kabul edilmeye başlandı. Kişinin sosyal aidiyet duyduğu toplumsal katmanlar da bilgi edinme kaynaklarından sayılır.

Müslümanlar da dahil olmak üzere, bir toplumda dini bilgi nasıl edinilir? Sıradan insanlar, genellikle -diğer her konuda olduğu gibi- bireysel akıl yürütmeyle değil, başkalarının tanıklığına başvurarak değil mi? İslam bağlamında bu başkaları, ağırlıklı olarak ulema ve din insanlarıdır. Yani teoloji uzmanı olarak bilinenlerdir. Dinî bilgi de büyük ölçüde -mesela tıp ve sağlık alanlardakine benzer biçimde- dışsal otoriteler aracılığıyla aktarılır. Bu, aynı zamanda sosyal epistemolojinin konusudur. 

Sosyal epistemoloji, bilginin sadece bireysel akıl ve duyularla değil, sosyal ilişkiler ve toplumsal yapılar aracılığıyla nasıl edinildiğini inceleyen bir felsefe alanıdır. Kimden bilgi aldığımız, kimin bilgisine güvendiğimiz, hangi otoriteyi (bilgi kaynağını) meşru gördüğümüz gibi sorularla ilgilenir. Bir başkasının bize bilgi aktarması anlamında ‘tanıklık’ temel bir kavramdır. Tanıklık, bir kişinin ya da grubun kendi yaşadığı veya gözlemlediği olayları başkalarına anlatmasıdır. Bu anlamda tanıklık, bilgiyi dolaylı yoldan edinmenin önemli yollarından biridir. Ancak bu bilginin ne kadar güvenilir olduğu, tanık olan kişinin doğruyu söyleyip söylemediğine, niyetine ve ne kadar bilgili olduğuna bağlıdır.

Dini bilgi edinmede tanıklık deyince akla sadece tefsir ya da yorum gelmemelidir; Kur’an’ın kendisi de bir yönüyle Hz. Peygamber’in tanıklığına dayanır. İslam’ın temel taşı olan vahiy, onun tanıklığıyla topluma iletilir. Dışsal belirlemenin temeli, yirmi iki yıl süren bu sırlı tanıklıktır. Bilgi hiyerarşisinde özellikle Gelenekçiler vahyi kaçınılmaz olarak en tepeye koyar. Daha sonra da “toplumsal, siyasal ve ekonomik hayata dair Kur’an hükümlerinin ilga edilemeyeceğini”, toplumun, kamusal/seküler alanın ve ekonominin bu hükümlere göre şekillenmesi gerektiğini savunurlar. Ama bunu açıkça dillendirecek etik cesaretleri olmadığından hermenötik, tarihselcilik ve oryantalizm kavramları üzerinden İslamcı ve selefi düşüncelerini ‘çaktırmadan’ empoze etmeye çalışırlar. Ne yazık ki bu yaklaşım, bilimsel bilgi, demokratik hukuk devleti ilkeleri ve evrensel etik normlar karşısında, yalnızca kutsal tanıklığı nihai ve tartışmasız referans olarak dayatarak, -aslında- kendi yorumlarını konumlandırır; bu yönüyle de örtük biçimde teokratik bir düzene meşruiyet kazandırmakla sonuçlanır. 

Aslında temel sorun şurada: Bilginin, ilahî kökenli ve bu nedenle sorgulanamaz kabul edilen bir tanıklıkla temellendirilmesi, onun epistemik geçerliliğini tartışma dışı bırakır. Böylece bu bilginin kabulü hem zorunlu hem de otomatik bir süreç hâline getirilir. Klasik İslam teolojisinin temel kabulüne göre epistemik güvenin temel referansları Kur’an ve hadislerdir; bu metinler doğruluk ve geçerlilik açısından çoğunlukla tartışmaya kapalı, dokunulmaz bir konumda değerlendirilir. Ancak bunlardan üretilen bilgi hem tartışılabilir hem de yanlışlanabilir. Lakin kendilerini doğrudan Allah’ın yeryüzündeki bekçileri ya da sözcüleri gören kimi Gelenekçiler yorum ve hüküm üstünlüğünün ellerinden çıkmasını istemedikleri için farklı düşünenlere karşı üretilen tekfir, dinden çıkma, itikadı bozuk gibi itibarsızlaştırma enstrümanlarını sıkça kullanırlar. Çünkü kutsal tanıklığı tam bir şark kurnazlığı ve şehvetle öyle bir noktaya taşırlar ki muhatap ya onlar gibi düşünmeye zorlanır ya da karşı çıkma pozisyonuna itilir. “İlâhî vahyin tabiatı, dinî nasların yorumu, sebeb-i nüzul, ahkâmda tedricilik, nasih-mensuh, Mekkî-Medenî âyetler, ahkâmın değişmesi, makâsıd ve maslahat, dinde reform, mucizelerin mahiyeti, Kur’an kıssalarının hakikati” gibi konularda geleneksel İslam mirasıyla uyuşmayan yeni yorumlar ortaya koyanlar anında şeytanlaştırılır! Aynen “Hop, bu mahalle bizden sorulur evlat! Sen neyine güvenerek dini bilgi üretirsin!” edasıyla kabadayılık taslanır ve farklı düşünenler taşlanır! Burada bir bilim alanında uzmanlığın önemsenmediği sonucu çıkarılmamalıdır ve teoloji de bir bilim alanıdır şüphesiz.

Oysa birçok Müslüman filozof ve teolog, içsel ya da otorite temelli tanıklığın her zaman kesin bilgi anlamına gelmediği konusunda hemfikirdir. Farabi’nin şu cümlesi dikkat çekicidir: “Kişinin hakkında hüküm verdiği şey, zihin dışındaki varlığının aynen zihinde inanıldığı şekliyle karşılık buluyorsa, o kesin bilgidir.” (Farabi, Kitâbü’l-Cedel, s. 28) Başka bir deyişle, sadece içsel kanaate değil, dışsal gerçekliğe de uygunluk gerekir. Çünkü içsel bir tanıklıkla oluşan bilgi, bilimsel ya da deneysel başka bilgilerle karşılaştığında yanlışlanabilir. Aynı şey felsefi ya da bilimsel bilgiler için de geçerlidir.  

Ama üretilen beşerî bilgi vahye dayandırılınca durum farklılaşır. Dinin referans kaynakları çoğu zaman kritize edilmezler ve eleştiriden muaf tutulurlar. Eleştiriye kapalı ve kutsal kabul edilen bu tanıklık yapısı, bir bakıma hakikat tekelciliğine de dönüşür. Tarihselci ve hermenötik metotlarla kutsal metinlerin yorumlanmasına karşı çıkmanın arka planında esasen vahiyden ‘üretilen bilgi’nin hep ve her zaman evrensel olacağına ve -yanlış olarak- insanlığın bütün problemlerini çözeceğine dair inanç yatar. Bu anlayıştan kaynaklanan evren, insan, toplum ve dinle ilgili bütün alanlarda bir ‘düşünce diktatörlüğü’ ve yorum tekelciliği inşa etme gayreti dikkatlerden kaçmaz. Oysa bilgi, eleştiriye ve gerekçelendirmeye açıksa gelişir; aksi halde dogmaya dönüşür. 

Peki, bilgiyi kesinlik seviyesine çıkarabilecek en önemli unsur nedir? Elbette akıl. Ama hangi akıl? Kant’ın “evrensel yasaları araştıran aklı” mı, yoksa sadece ‘iman edilen’ din veya ideolojiyi aklileştirmeye çalışan, imana bekçilik yapmakla görevli, sorgulamayan bir akıl mı? Hiç kuşkusuz bu mesele, dini düşüncenin içeriden bir eleştirel muhasebe süreciyle aşması gereken en temel ontolojik ve epistemolojik açmazlardan biridir. 

Üzerinde durmak istediğim temel nokta, kutsal tanıklık ekseninde şekillenen bilgi hiyerarşisinin, bireyin bilişsel özerkliğini zayıflatabilecek ve düşüncede kapalılığa yol açabilecek bazı yapısal riskler barındırmasıdır. Bunları birkaç başlık altında toplayabiliriz: 

Eleştirel düşüncenin bastırılması 

Her şeyden önce ortaya çıkan sorun, bilgiyi sorgulayacak beceriler edinme yerine, kutsal metinlerin, dinî otoritelerin ya da resmî kurumların söyleminin mutlak doğru olarak benimsenmesidir. Bu yaklaşım, öznenin epistemik özerkliğini zayıflatır ve bilgiyi etkin araştırmanın değil, edilgen kabullenişin nesnesi hâline getirir. 

Örneğin bir genç, sosyal medyada takip ettiği popüler bir hocanın “Şu ibadet şöyle yapılmazsa kabul olmaz” dediğini duyar. Bu görüşü, temel kaynakları incelemeden, farklı mezheplerin yaklaşımlarını öğrenmeden olduğu gibi benimseyebilir. Belki daha önce farklı bir uygulamaya alışkındır ama “Bu Hoca çok bilgili, binlerce takipçisi var” düşüncesiyle kendi sorgulamasını devre dışı bırakır. Böylece epistemik kapasitesini kendi eliyle bastırır. 

Geleneksel Müslüman toplumlarda otoriteye, öncekilerden aktarılan bilgiye, fikir veya din adamı ya da bilim insanı yahut kanaat önderi olarak bilinen ‘büyüklere ve öncülere’ yönelik iyi niyet ve teslimiyet yaygındır. Bu da kişide ‘entelektüel uyanıklık’ oluşmasını engeller. Böylece eleştirel düşünme, itiraz kültürü toplumda gelişemez.

Başkasının aklıyla yaşamak (epistemik heteronomi) 

Kutsal tanıklık kültürü, insanın kendi aklıyla düşünmesini ikinci plana iter. Bunun yerine kişi, sürekli “Şu hocaya göre, şu mezhebe göre, şu gruba göre ne yapmalıyım?” sorusuyla hareket etmeye başlar. Bu da epistemik otonominin, yani bağımsız düşünme yetisinin zayıflamasına yol açar. 

Böyle bir kültürde bilgi, kutsal tanıklık temelinde üretildiğinden, neredeyse gündelik yaşantılarda dahi fetva arayışına yönelmeler artar ve sıradanlaşır: “Oruçlu iken misvak kullanmak veya yüzmek caiz midir? Kadınlar spor yaparken başörtüsü takmalı mı? Müzik haram mıdır? Aşı olmak dine aykırı mıdır? Elektronik sigara kullanmak caiz midir?” gibi. Elbette bu tür soruların sorulması başlı başına problem değil; ancak bu alışkanlığın kronikleşmesi, özerk düşünme yetisini zayıflatır. Dolayısıyla eleştirel düşünme becerileri gelişemez ve doğru bilgiye ulaşma kapasitesi sınırlanır. 

Epistemik öz yeterliliğe sahip bir kişi, kendisine sunulan bilgiyi hemen kabul etmediği gibi şu soruları sorar: Bu bilgi mantıklı mı? Delili var mı? Kur’an’da veya klasik kaynaklarda nasıl temellendirilmiş? En önemlisi de bugünün toplumunda bir karşılığı var mı? Aksi takdirde, Kur’an’daki İbn Abbas ve Elmalılı gibi isimlerce “hayvanların yediği yumuşak otlar ve çayır bitkileri” anlamı verilen gadbâ kelimesi (Abese Sûresi, 28. ayet) “yonca” diye yorumlanır. Ardından da yoncanın modern bilimsel araştırmalarla belirlenen özellikleri bu kelimeye yüklenerek, “İslam bunları asırlar önce keşfetmişti” tarzında mucize anlatıları ortaya atılır. Böylece hem kelimenin bağlamı saptırılır hem de bilimsel merak, dogmatik propaganda malzemesine dönüşür. 

Bilgi hiyerarşisi ve sessizlik kültürü 

Muhafazakâr çevrelerde en temel sorunlardan biri de epistemik eşitsizlik olarak karşımıza çıkar. Epistemik eşitsizlik, bazı insanlar bilgi üreticisi veya güvenilir bilgi kaynağı olarak görülürken, bazılarının sistematik olarak dışlanması ya da ciddiye alınmaması durumudur. Bazen bilgiyi üreten ya da düşünen insanların birçoğunun konuşamadığı zamanlar olur. Çünkü cemaat ya da tarikat yapılarına dayanan bilgi hiyerarşilerinde söz söyleyebilmek için belli bir otoriteye sahip olmanız gerekir. Akademik düzeyde dahi birçok kişi, sahip olduğu bilgiye rağmen sessiz kalmayı tercih eder. 

Bu sessizlik kimi zaman açık bir baskının sonucudur, kimi zamansa dolaylı çıkar ilişkilerinin. Örneğin, hadislerde anlatılan ama günümüz dünyasında sosyal karşılığı olmayan kız çocuklarının erken evlendirilmesi gibi bir mesele, bir ilahiyatçı tarafından gündeme getirildiğinde, bazıları bu kişiye sert çıkışır, bazıları görmezden gelir, bazıları ise ucu kutsal metinlere dokunduğundan sessiz kalmayı tercih eder.  

Sonuçta, gerçek anlamda epistemik eşitlik ancak “kutsallığa sığınmanın ötesine geçme cesaretiyle” mümkün olabilir. Aksi hâlde bilgi, yalnızca belli merkezlerden akan ve sorgulanması riskli bir güç ilişkisine dönüşür.

Dogma gölgesinde bilgi 

Yeri geldiği için tekrar belirteyim; bu yazının amacı kutsalı tartışmak veya onun üzerine şüphe düşürmek değildir. Ancak kutsala atfedilerek üretilen bilginin kritize edilemez bir dogmaya dönüşmesi hem epistemolojik açıdan tartışılası bir durumdur, hem de sosyal açıdan bir sorundur. Her bilgi, kutsallıkla çevrelenmiş bir otorite aracılığıyla verildiğinde eleştiri neredeyse tabu hâline gelir. Soru sormak, sorgulamak ya da alternatif düşünceler geliştirmek, zamanla ‘iman zafiyeti’ gibi algılanmaya başlar. Böylece bilgi ile dogma arasındaki çizgi bulanıklaşır. 

Bazen bir mezhep imamının veya saygıdeğer bir âlimin yorumu, Kur’an ayetiyle eşdeğer bir kesinlikte sunulur. Ona muhalif görüşleri dillendirmek bile ‘sapma’ olarak damgalanır. Bu durumda bireyin farklı kaynaklara erişimi, eleştirel analiz becerisi ve epistemik çeşitliliği ciddi biçimde sınırlandırılır. Kutsallaştırılan tanıklığın böyle bir yan etkisi vardır: bilgi çoğalmaz, kalıplaşır, gelişemez; daha doğrusu bilgi dogmatik düşünce kalıplarının içini doldurur. 

Kutsallaştırılan tanıklığın etik ve bilimsel tanışıklık ihtiyacı 

İnsan davranışlarının ardında çoğu zaman sadece inançlar değil, toplumsal koşullar, maddi ihtiyaçlar ve psikolojik dengeler de yer alır. Yani maddi, bedensel ve sosyopsikolojik ihtiyaçlara göre değerler ayrıştırılarak farklı ikilemlerin içine girilir. Dini kimliğini göstermek için başörtüsü takmak ya da domuz eti yememek, birçok Müslüman için oldukça kolay kabul edilirken; aynı kişi Kur’an’ın açık emri olan “Birbirinizin gıybetini yapmayın!” (Hucurat Sûresi, 49/12) ayetini rahatlıkla ihlâl edebilmektedir. 

Bu tür çelişkiler, dini değerlerin içselleştirilmesi sürecinde hangi epistemik tanıklık biçiminin baskın olduğunu gösterir. Görünür ve dışsal ritüellere dayanan kutsal tanıklık, genellikle normatif alanı öne çıkarırken, etik değerler, karakter eğitimi ve ahlaki tutarlılık gibi performatif boyutlar arka plana itilir. Bu durum, dini pratiklerde epistemik daralmaya ve ahlaki disonansa yol açar. Dolayısıyla ahlaki kırılmanın aşılması, kutsallaştırılan tanıklığın epistemik rejimine bilimsel metodoloji, eleştirel düşünme ve etik refleksiyonun entegre edilmesiyle mümkün olabilir. Böylece farklı tanıklıklar yoluyla bilgiye daha geniş, kapsayıcı bir bakış açısı sağlanabilir. 

Çocuk eğitiminde dışsal kurallarla birlikte zihinsel ve ahlaki süreçler gibi içsel dinamikler de önemli rol oynar. Din eğitimi, neyin haram neyin helal olduğundan öte, neden öyle olduğunu ve nasıl daha iyi insan olunabileceğini de kapsarsa faydalı olabilir. 

Ne yazık ki değişen dünyada cevaplar hep aynı kalıyor. Yeni sosyokültürel şartlara ve sorulara karşılık hâlâ klasik fıkıh kitaplarından hükümler sunuluyor. Dijital mahremiyet, yapay zekâ, çevre krizi gibi çağdaş meseleler karşısında geçmişin bağlamına saplanıp kalan cevaplar, bilgi üretimini tıkar. Bilgi statik hâle geldiği gibi bağlam problemleri de ortaya çıkar. Sosyal medyada dijital mahremiyetle ilgili sorular soran gence, Orta Çağ fıkıh kitaplarından hükümler aktarılarak verim alınabilir mi? 

Akıl ezilirse nakil donar 

Demem o ki dini bilgi doğası gereği önemli ölçüde sosyal epistemolojiye dayanır. Çünkü (dini) metinler çoğunlukla yorumla şekillenir. Fakat bu yorum süreci, bireyin aklını ve iradesini devre dışı bırakıyorsa, o zaman bilgi değil itaat üretilir. “Akıl, nakli taşır ama onun altında ezilmemelidir” derken kastettiğim tam da budur. 

İslam düşüncesinde akıl-nakil ilişkisi, sadece entelektüel bir tartışma değil, aynı zamanda bir özgürlük meselesidir. Şu soruyla yüzleşmeden bu meseleyi geçemeyiz: Kur’an ve hadise atıf yapan birçok eski(miş) orta çağ bilginleri ve din uleması gibi naklî otoriteler karşısında aklı ezilen bir birey, gerçekten özgür olabilir mi? 

Kutsallaştırılan tanıklığın altında ezilen akıl; sorgulamayan, ezberleyen ve durağanlaşan bir zihne dönüşür. Bugün birçok Müslümanda, dini otoritenin söylediği bir söze karşı hemen devreye giren ve aklı susturan bir refleks var: “Kur’an öyle diyorsa konu kapanmıştır”, “Hadis varsa tartışılmaz”, “Müçtehitler öyle demişse iş bitmiştir”. Bu, aklı pasif bir bekçi olarak gören hastalıklı bir anlayıştır. Buradaki asıl eleştiri, dinin kutsal kaynaklarından çıkarılmış (istinbat edilmiş) bilgiyi durağanlaştıran ve ona sonsuz değer veren zihniyetedir.

Geleneğin gölgesinde aklın susturulması 

Gazali gibi döneminde çok etkin bir kişiliğin, İbn Sina ve Farabi gibi filozofları tekfir etmesi ve felsefeye karşı kelamı yüceltmesi (Tehâfütü’l-Felâsife), İslam düşünce tarihinde bir kırılma noktasını tetiklediği söylenebilir. Bu kırılmanın sonucu Gelenek yorum üstünlüğünü ele geçirerek sağlam bir blokaja yerleşir. Akla ve felsefi düşünceye olan güven sarsılır, içtihat kapısı büyük ölçüde kapanır. Dini bilgi, ulema sınıfının tekelinde merkezileşir; bireysel ve eleştirel düşünce ‘fitne’ olarak görülmeye başlanır.* 

Öyle ki o dönemin etkisi günümüze kadar sürer. Aklın bastırıldığı ortamlarda düşünce canlılığını yitirir; yorum ise donmuş bir geçmişin tekrarı olmaktan öteye geçemez. Özgür düşünen bireylerin yerini, aktaranlar ve tekrar edenler alır. Bu sadece entelektüel bir sorun değil, kişilik inşasına dair de ciddi sonuçlar doğurur: edilgen, otoriteye bağımlı ve kolay yönlendirilen bireyler… 

Dijital çağın mahremiyet, yapay zekâ ve çevre etiği gibi karmaşık meseleleri karşısında, klasik fıkıh metinlerinden ezberci yaklaşımlarla çözüm üretmek mümkün müdür? Kıyas, maslahat ve istihsan gibi usule ilişkin araçlar elbette mevcuttur; ancak bunların etkinliği, eleştirel ve özerk akıl yürütmenin varlığına bağlıdır. Akıl baskı altına alındığında, bu usulî mekanizmalar işlevsizleşir ve sonuçta epistemik tıkanıklıkla birlikte geçmişin tekrarı kaçınılmaz hale gelir. 

Günümüzde Müslüman toplumların karşı karşıya bulunduğu epistemik kriz, dini bilginin yalnızca kutsallaştırılan tanıklık çerçevesinde aktarılması ve bu aktarımın, özellikle ilahiyatçılar ile kanaat önderlerine stratejik bir epistemik otorite ve yorum tekelciliği sağlamasıyla derinleşmektedir. Bu durum, bilgi üretiminde ve paylaşımında bilgi hiyerarşilerinin katılaşmasına yol açarak, alternatif düşünce ve yorum alanlarını sınırlandırmaktadır. Türkiye’de Kur’an-ı Kerim meallerinin denetim yetkisinin Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmesini öngören yasal düzenleme, devlet ve din kurumlarının epistemik iktidar ilişkilerinin kurumsallaşmasının bir örneği olarak değerlendirilebilir. Böylelikle, epistemik adaletsizlik ve bilgi siyaseti bağlamında dini bilginin tekelleşmesi, toplumsal bilgi üretimi ve çoğulculuğunun önünde önemli bir engeldir. 

Ancak temel soru(n) şu şekilde formüle edilebilir: Dini yaşam, salt aktarılan bilgiyi tekrar etmekten mi ibarettir, yoksa bu bilgiyi anlayarak, çağdaş koşullara uyarlayarak, ahlaki sorumluluk bilinciyle içselleştirerek ve etik değerleri pratiğe dönüştürerek mi sağlıklı oluşur?

Muhammet Mertek

* Erken dönem İslam düşünürleri arasında bir yandan antik Yunan filozoflarının okunması yaygınlaşır ve felsefeden etkilenmeler başgösterir; öte yandan da farklı dini yorumlar çoğalır. Bu iki gelişme karşısında Kur’an ve hadisleri daha fundamental ve orijinal yorumlamaya yönelik muhafazakâr karşı çıkışlar da olur. Bu konuda en çok bilinen Gazali’dir. Ancak doğurgan ve gelişgen bilgi üretimine daha sonra bazı majör unsurlar engle oldu; hem Moğol istilasına hem de bitmek bilmeyen Haçlı seferlerine maruz kalan İslam coğrafyası defansif, güvenlik endeksli ve muhafazakâr düşünce, tutum ve davranışlar geliştirdi ve bunu gelenekselleştirip kalıcı hale getirdi. Akademianın özerkliğini kaybetmiş olması da (ulema-i rüsum dönüşümü) önemli bir etkendir şüphesiz. Bunun arkasında dışsal tehditlerin yoğun ve güçlü olduğu yaklaşık ikiyüz yıllık süreçte “içte fitne çıkmasın” düşüncesi mi yatmaktadır, bilemem. Ancak bu refleksin uzun süren bir fetret devrinden sonra rutinleşmiş olması bugünkü Müslüman toplulukların acınası halinin ortaya çıkmasında önemli başat rol oynadığı kesin.

Letzte Aktualisierung: 11. Juli 2025
Zur Werkzeugleiste springen