Makaleler

Hepimiz insanız işte!

Nedendir bilmem, ‘dünya vatandaşı’ ifadesi hep büyülemiştir beni. Ne zaman öğrenciler Türkiye’den hangi şehirden geldiğimi sorsalar, çoğunlukla ‘Ben dünya vatandaşıyım’ diye karşılık vermişimdir. Bu şekilde nereden geldiğimin pek önemli olmadığını onlara vurgulamak istiyordum. Elbette maksadım ülkemi veya kökenimi inkâr etmek değil; bunun çok daha ötesinde bütün insanların aynı değerde görülmesi gerektiği üzerine ufak bir uyarıcı fikir vermekti.

‘Dünya vatandaşı’ kavramının köken odaklı grup aidiyeti duygularına, karşı bir pozisyon dile getirdiğinden bazılarına kışkırtıcı geldiğinin farkındayım. Bana göre çekici ve hoş duruyor. Bu kavramı ilk kez kullananın MÖ 4. yy’da yaşayan Sinoplu Yunan Filozofu Diogenes olması da enteresan. Demek iki bin yıldır biz insanlar, ‘insan olma’ veya insanı olduğu gibi kabullenme konusunda henüz evrensel bir bilinç geliştirememişiz. Bazen insan kendini doğa ve insan hakkındaki bilgilerin derinliğine, bazen de teknolojik gelişmelerin büyüleyiciliğine kaptırırken insanlığın düştüğü çukurda bir arpa boyu yol kat edemediğini hayretle izliyor.

Bu handikaptan bakınca bazı üst kimliklerini sınırlandırarak -aslında bunun mutlak gerekliliği de tartışılır- kendini ‘dünya vatandaşı’ görmek biraz üst perdeden bir yaklaşım. Sanki hukuk, etik, çoğulculuk, insan hakları vs gibi değerler evrensel boyutta kavranıp içselleştirilmeden dünyanın her yerinde geçerli insani bir olgunluk oluşmuyor. Avrupa’da bir kısım toplumlar; sosyal krizlerin, (iç)savaşların yanında reform, aydınlanma, demokrasi ve insan hakları gibi alanlarda köklü pozitif değişimler yaşadı. Bütün bunlara rağmen sınırlı ölçüde evrensel bir bilinç sağlanmışsa gelişmemiş toplumlarda durumun vahameti ortaya çıkar. Müslümanlar henüz ‘dünya vatandaşlığı’ düşüncesinden Kafdağı kadar uzak duruyor. Yoksa yukarıda sözü edilen değişimler sürecinden geçmemiş Müslümanlar arasında böyle bir bilincin ortaya çıkması tam bir devrim olurdu. Bir yandan sığ görüşlü milliyetçiliğin ve ırkçılık hastalığının, diğer yandan küresel çılgınlıkların kol gezdiği bir zamanda ‘dünya vatandaşı’ kavramının birçok Müslüman nezdinde pek bir şey ifade etmeyeceği ortada.  

Asırlar boyu insanlığın idealinde olup bir türlü çözülemeyen temel sorun şu: Kendimizi ve diğer insanları her şeyden önce ‘insan’ olarak görememek. Oysa insan olmak en büyük servet veya en değerli kimlik değil mi? Acaba insan, niçin sürekli milli ve dini kanaatlerimizde kimlik tanımlamanın ötesinde hamasete, aşırılığa yol açan maskelere ihtiyaç duyar?

Hayatımızda sıklıkla karşılaştığımız paradoks burada da var. İnsanı olduğu gibi kabullenme ile insanın kabullenilebilecek makul bir olgunluğa sahip olmaması arasında gelgitler var. Milli ve dini aidiyete, sadece bir özellik olmasından öte aşırı hamasi bir anlam yüklemek insanı marjinalleştiriyor. İnsanın evrenselliği önünde kalın bir perde haline geliyor; toplumda da karşılıklı tepkisellik doğuruyor.

Tam da bu yüzden sanki insan, onulmaz bir kimlik krizinin içinde bulunduğundan sürekli arkasına saklanmak için maskelere ihtiyaç hissediyor. Maskelerin en ucuzunu da yığınların kolaylıkla kullanabildiği milli ve dini kimlikler sunuyor. İnsan kendisini maskeler sayesinde kolaylıkla başkaları ve ne olmadığı üzerinden tanımlayabiliyor. Böylece insanın özündeki evrensel niteliği değil, bu maskeler daha anlamlı hale geliyor. Çünkü nitelik kazanmak zor, maske kullanmak ise ucuz ve kolay. İşte fanatizmin ve popülizmin hortladığı doğurgan bir alan.

Peki insan herhangi bir maske kullanmaksızın yaşayabilir mi? Elbette. Ancak bu, çok gayret ve işlek bir akıl istiyor. Yoksa dünya vatandaşlığı senin neyine! Maskelerin arkasına saklan, her türlü sorumluluktan kurtul! Kolaylık ve tembellik dururken, kim tutum ve davranışları üzerine sürekli etraflıca kafa yoracak, varoluşunu evrensel değerlere göre tanımlayacak! Evrensel nitelikte olmak özgül ağırlık ister, hamasetten doğan palavralar değil!

Öyleyse ‘dünya vatandaşı’ kavramından maksat nedir? Vurgulanan üst aidiyet duygularından bağımsız, kendini sadece bir insan olarak görmek. Nitekim bir kişinin veya insan grubunun milli veya dini aidiyeti vurgulandığı anda, otomatik olarak bu onların önemini artırmıyor, aksine onlara daha az değer verilmesini sağlıyor. Akdeniz’de hayatını kaybeden mülteciler, sadece nicelik olarak değerlendirilmiyor mu? Otoriter rejimlerde siyasi sebeplerle tutuklu gazetecilere, bilim insanlarına bakın… Başka bir milliyete, dine ve dünya görüşüne sahip olduklarında hemen toptan ve sayısal olarak ele alınmıyorlar mı? Ama kurbanlar kendi vatandaşı veya kendi grubuna (din, cinsiyet, fikir vb) ait ise, siyaset ve medyada çoğunlukla geniş yer buluyor.

Dünya vatandaşının yaklaşımı böylesine sığ olamaz. Zor durumda olan veya haksızlığa uğrayan -mülteciler, gazeteciler veya başka birileri- her kimse, kültürel kimliği veya ideolojik düşüncesine bakılmaksızın tek tek destekler ve haklarını savunur. Çünkü ona göre her insan, başlı başına bir şahsiyettir ve değerlidir.

Kur’an-ı Kerim’den sıkça alıntılanan bir ayeti hatırladım şimdi: “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerliniz en fazla takva sahibi olanınızdır.” (49:13)

İnsanın ırksal aidiyette yaratılışının hikmeti, birbirleriyle tanışıp kaynaşması için değil miydi? Toplumların birbirlerini tanımaları ve bu sayede ilişkiler kurmaları… Ne güzel bir yaklaşım! Aksine ırki ve toplumsal statüyü bir gurur vesilesi yapmaktan, düşmanlık duygularını körüklemekten bahsedilmiyor. Yani kavimcilik, kabilecilik yapın denmiyor!

Bir hadis de ayrı bir perspektife dikkat çekiyor. Hz. Peygamber Aleyhisselam’ın yanından bir cenaze geçerken, ayağa kalkar. Bunun bir Yahudi cenazesi olduğu kendisine bildirildiğinde: “Bu da bir insan değil mi?” der.” (Müslim)

Ölenin hangi dine ve milliyete mensup olduğuna bakmaksızın cenazeye bile ayağa kalkarak saygı göstermek… Bu doğrudan insana vurgu değil midir? O zaman yine soralım: Müslümanlar, çok eski zamanlardan beri nice düşünürlerin altını çizmelerine rağmen güzellikleri uygulamakta bugün hala niçin zorlanıyor?

Niçin?

Cevabı galiba Kant’ın o meşhur sözünde: “Kendi aklını kullanmak cesaretine sahip ol!” Hala eksikliğini hissettiğimiz en temel kriterler etik, ilke yanında entelektüel ve estetik eğitim eksikliği midir?

Galiba dünya vatandaşı olmak çift yönlü bir bakış açısına muhtaç: Bireyin aklen/ruhen tam reşit olması ve sürekli ahlaklı/dürüst bir insan olmaya gayret göstermesi.

Ancak bu sayede insan, dini ve milli aşırı duyguların çılgın baskısından kendini soyutlayarak bütün özellikleriyle idrak edebilir. Belki o zaman kendini ve diğer insanları kelimenin tam anlamıyla ‘dünya vatandaşı’ olarak görebilir, hoşgörüyle barış içinde birlikte yaşayabilir. Kim bilir?

Hz. Ali’ye atfedilen şu sözler de manidardır: “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!”, “İnsanlar iki sınıftır: Ya dinde kardeşin ya yaratılışta bir eşindir.”

Öğrencilere tam da bunu anlatmak istiyordum. Nitekim insan olmadan, dünya vatandaşlığı bakış açısından bakmadan, diğer kimliklerin ne önemi var?

Son sözü yedi yüzyıl öncesinden seslenen Mevlâna Rumi’ye bırakalım:

Dünyada nice diller var, nice diller,
Ama hepsinde anlam bir. 
Sen kapları, testileri hele bir kır, 
Sular nasıl bir yol tutar, gider. 
Hele birliğe ulaş, hır gürü, savaşı bırak, 
Can nasıl koşar, bunu canlara iletir.

Letzte Aktualisierung: 8. Mai 2021
Zur Werkzeugleiste springen